Özgür Satranç Forum

Orjinalini görmek için tıklayınız: BAŞ(KAN)LIK...
Şu anda (Arşiv) modunu görüntülemektesiniz. Orjinal Sürümü Görüntüle internal link
Bir süredir düşünüyorum:
Önümüzdeki süreçte "TSF Yönetim Kurulu Seçimleri" var. Yönetim Kurulu Seçimleri derken, tamlamanın içinde saklı duran ironiye takılmadan edemiyorum; "...kurulu seçimler'..."...
Bir çok yönden takılıyorum;
kurulu; kurulu-yaşlı,
kurulu; saat zembereği gibi,
kurulu; ok ile yay,
kurulu;"ağzına verilmiş" tabanca gibi,
kurulu; önceden düzenlenmiş... Burada duralım...

Bizim gibi ülkelerde ne yazıkki son yılların, hatta yüzyılın deseniz de olur, seçimler artık, her ne kadar demokrasiyi anıştırsa, çağrıştırsa da, onu ifade etmiyor. Her şey "önceden kurulu" hale gelmiş durumda. Kimin seçilmesi gerekiyorsa o seçiliyor çünkü. Hakkı değil, gücü elinde bulunduranların dediği oluyor. Hatta bu konuda "seçim ekonomisi" diyebileceğimiz, gereksinmeye göre yeteri kadar seçmenin parayla manipüle edildiği bir "teamül" de gelişmiş durumda.

Her ne kadar "hak=güç" / "güç=hak" olsa da, İnsan denen varlık, gücünün üzerinde tesis ettiği hukuk (hukuk; haklar) ile kendisini ve gücünü yönetmeyi, çağlar boyu en doğru yol olarak görmüş ve toplumsal yapılanmalarda, toplumsal yaşayışta, hukuka dayalı düzenlemeler yapma yoluna gitmiştir. Alabildiğine sert ve ilkel bulabileceğimiz Hammurabi Yasaları bile bir hukuk oluşturma ve kaosu düzenleme çabasının ürünüdür.

İnsanın tarihi esasen emeğin tarihidir ve bu emek serüveni içerisinde hukuk teoriye, güç pratiğe denk düşer; eski deyimle "tekabül eder"... En temelde pratik ya da güç olsa da, insan geleceğe doğru olan yürüyüşünde, yaşadığı pratikten elde ettiği soyutlamalar doğrultusunda planlar yapar, stratejiler geliştirir, teori oluşturur. Dolayısıyla "Teori ve Pratik" birbiri ile birleşme ayrışma süreçlerinde hem çatışma, hem denge, hem de barışma durumlarını içerir. Teori ve pratik adeta "birdirbir" oynayan iki çocuk gibidir. Oyun esnasında alt üst olsalar da durup dinlenme sırasında teori baş köşeye kurulur oturur. Bu yüzden insanın başı gövdesinin üstünde yer alır...

İşte yine bu yüzden toplumsal yaşamı düzenlerken hukuka başvururuz. Toplumsal yaşamdaki alan çeşitliliği kadar da hukukta alanlar ortaya çıkar. Kamu hukuku, aile hukuku, medeni hukuk, ceza hukuku, hukuk!

İnsan pratikten teoriye doğru insanlaşırken, teoriden pratiğe doğru daima insanlığına yabancılaşma eğilimlerine açık bir süreç izler. Bu yüzden kimi insan sözüyle insan olur, kimi kalbiyle, kimi midesiyle, kimi elleriyle, kimi ayaklarıyla... Sözüyle insan olanların adımları da, edimleri de sözü gibi olur. Ayaklarıyla insan olanlar ise "ayaklar" onu nereye götürürse oraya gider. Sözüyle insan olanlar gideceği yeri bilir ve ona ulaşmak için ayak direrler. Bu yüzden zeybek yemininde "Yiğit kime denir?" sorusu "Sözünde durana!" diye yanıtlanır...

Yüzyılımıza damgasını vuran demokrasi savaşımları içerisinde tüm insanlık olarak hala ayaklarımız ile beynimiz arasında debelenmekteyiz! Vicdan denen sözcüğü kendi beynine ve toplumsal hukuka göre değil de başkalarının beynine ve hukukuna göre oluşturan insanların katıldığı seçimler bu yüzden "kurulu seçimlerdir"!...

Hakka değil de güce tapanların çoğunluk olduğu bir toplumda ne kadar demokrasi olduğunu söylerseniz söyleyin, bu asla gerçek bir demokrasi değil, "kurulu bir demokrasidir". Ne var ki bu sorunların çözülmesi ve aşılması da yine demokratik yollardan olması gerekmektedir!

İşte bu koşullarda satranç dünyasında, önümüzdeki günlerde seçimler var!

Bu konuda yeni bir başlık açmamın nedeni, (demokratik hakkımı kullanıyorum ya!) daha önceki başlıkların isimler üzerinden açılmış olmasıdır. Konu üzerinden bir başlık açmayı ve görüşlerimi konu üzerinden paylaşmayı tercih etim. Amacım forumda başlık kirliliği yaratmak değil yoksa. Bu başlık içerisinde de belki isimler tartışacağız ama daha çok işin kurumsal ve örgütsel taraflarının tartışılması dileğimdir.

Cengiz Keleş adaylığını bu sayfalardan açıkladı.
Gülkız Tulay'ın adaylığı da TSF WEB sayfalarından ilan-ı malum...

Şimdi "demokratik teamüller" içerisinde her iki arkadaşa da "başarılar" dilemezsek, centilmenliğimize gölge düşer herhalde?! Ya da birine dileyip diğerine dilemezsek, böylesi bir davranışta dilemediğimiz tarafın taraftarları, dilemediğimiz şekilde dilediğince konuşmaya başlayacaktır aleyhimizde. Bu yüzden öncelikle her iki arkadaşa da başarılar diliyorum...

Her ikisine de başarılar dileğinin aslında bir tür iki yüzlülük olduğu da düşünülebilir. Çünkü her ikisi de başkan olmayacağına göre böyle bir dilekte bulunan şahıs ancak tarafsız olursa bu olasıdır. Birinden biri lehine taraf olduğunuz zaman nasıl her ikisine de birden başarılar dilenir?

Dilenir. Çünkü aynı gemideyiz ama ayrı takımlarız. "Bu gemiyi ben daha iyi yüzdürürüm" iddiası ise sav, o zaman her iki arkadaşa da başarılar dilenir! Bu, geleceğin tüm teorik kestirmelere ve öngörülere rağmen, pratik tarafından alacağı çelmelerin hesaplanmasının imkansızlığının doğurduğu ihtimaller yüzündendir!...

Neden "BAŞ(KAN)LIK..." şeklinde bir başlık?
Bu başlık hem "başlık", hem "baş" hem de "başkanlık" sözcüğünü içermektedir. Doğru başlık "TSF GENEL KURUL SEÇİMLERİ" olabilirdi. Ancak ben daha konuyu açarken "başkanlık" konusuna vurgu yapmayı yeğledim...

Kuşkusuz satranç topluluğunun, her iki arkadaşı "kişilerle uğraşmaktan uzak olarak" eleştirmesi, irdelemesi gerekiyor. Ne yazık ki bunu yaparken onların kişilikleri de tartışılmak zorunda kalınıyor. Çünkü söz var söyleyenle büyüyor, söyleyen var söylediği sözle büyüyor. Başkanlıkla ilgili bir kararda kişilik önemlidir ve bu makama aday olan kişi de bu değerlerinin tartışılmasına razı olmuş demektir...


Bu uzun "girizgaha" burada bir ara vererek, geçmişi, şimdiyi ve geleceği değerlendirmeyi sonraya bırakarak, her iki arkadaşa da başarılar diliyorum!...
Geçmişi değerlendirmeye geçmeden önce hemen altını çizmek istediğim bir konu var ki o da 3 Kasımdan 2012’den 5 Kasım 2012’ye ertelenen Olağan Genel Kurulun aslında daha da ertelenmesi gerekliliğidir. Çünkü mevcut yönetimin 27 Kasım 2010 günü yapılan Mali Genel Kurulda aklanmadığı savıyla açılmış bir dava ve yerel mahkemenin verdiği bir karar vardır ve bu konuda çok önceden sorulmuş sorularımız şu bağda mevcuttur:

http://forum.satranc.biz/viewtopic.php?t...fb4746efc7

Yerel mahkemenin kararına göre, mevcut yönetim Mali Genel Kurulda aklanmamıştır. Yerel mahkemenin bu kararı yargıtay tarafından henüz karara bağlanmamışsa da, bu durum mevcut yönetimin “karalar bağlaması” için yeterli olmuş görünmektedir...

Yargıtayın bu kararı onayacağı neredeyse kesindir. Hal böyle iken mevcut yönetimin bu sonucu beklemeden genel kurul kararı alması, bir miktar hukuki ve etik sorunu yüklenmiş durumdadır. Her ne kadar olağan genel kurul tarihi yaklaşmış ve gelip çatmışsa da, olağan olmayan bu süreç yüzünden, yargıtayın kararı beklenmeliydi.

Seçime katılmayı düşünen arkadaşların kendilerine %15 delege desteği aramadan önce, bu genel kurul ile ilgili “yürütmeyi durdurma” yönünde idari mahkemeye dava açmaları gerekmektedir. Sanırım Gülkız Tulay ve Cengiz Cengiz Keleş bu konuda bir ortak karara varabilirler?!... Hem Gülkız Hanım böylelikle “gölge başkan endişelerine” daha şimdiden bir yanıt vermiş olur, biz de kendisini alkışlarız.

İdari mahkemenin bu konuya bakıp bakmayacağını ve genel kurul kararını erteleme kararı verip vermeyeceğini bilmiyorum kesin olarak. Ancak benim hukuki yorumum bu yöndedir. Bir diğer yol da; yine her iki başkan adayının bu konuda ortaklaşa geliştirebilecekleri bir tavırla kurum bünyesinde; gerek TSF bünyesinde gerekse GSGM ya da SGM bünyesinde bu soruna bir çözüm yolu aramak olabilir...

Yani bu genel kurul kararı “usulsüz genel kurul çağrısı” şeklinde değerlendirilebilir. Bu genel kurul yapılır ve söz konusu yargıtay kararı, genel kuruldan sonra yerel mahkemenin kararını onama yönünde olursa, sonraki aşamada bu genel kurul aleyhine açılan bir davada da, bu genel kurulun iptali istenebilir ve o dava da bu yönde karar verilebilir!

Ben "alaylı" bir hukukçuyum. Bu yüzden bu konuları esasen "mülkiyeli" arkadaşların inceleyerek bizleri yanıtlaması daha iyi olur.

Demem o ki herkes kendisini seçimlere kaptırdı ve harıl harıl “delege ikna turlarına” başladı, ama hali hazırda “67’ye 52” diye bir denklemin size soracağı sorular olacaktır.

Değerlendirmelerime devam edeceğim…
Bir "Mülkiye"li olarak bu karmaşık meselenin aslında iyi bir idare hukuku avukatına ya da idari hakimine/savcısına sorulmasının daha doğru olacağını düşünüyorum. Bizlerin aldığı idare hukuku bu konuyu aydınlatmak için bence eksik kalır. Mülkiye müfettişleri de zaten bu durumlarda uygulamalarını idare mahkemelerinin kararına dayandırmak zorunda zaten. Smile

Hakikaten eğer yönetim hükmen yok sayılacaksa verilen kararlar, cezalar vs ne olacak? Hatırladığım kadarıyla yargı sonucu tebliğ edildiği ana kadar yönetimler geçerliliğini koruyorlar. Sakıncalı olabilecek durumlar varsa zaten idari el çektirme uygulanıyor. Yargıtay süreci bitmediğine göre dava bitmiş değil bu durumda sanırım.
İnsanın “derin belleği” adeta bir hidroelektrik santralini besleyen baraj gibidir. Santralin kendisini de “ön bellek” olarak ele alırsak, aydınlanma ve diğer enerji gereksinmeleri için gerekli olan enerjinin üretilmesi ön bellek ve derin belleğin uyumlu çalışması sonucunda olasıdır. Belleğini yitiren insan ya da tarihi süreçlerinden izole edilen toplumlar, olayların ayırtına varma, değerlendirme, karar verme ve hatta hayatta kalma gücünü kaybeder.

Bu nedenle önümüzdeki TSF Olağan Genel Kurul sürecini değerlendirirken, kesinlikle geçmişi de değerlendirmek zorundayız.

Belirtkesinde kuruluş yılı olarak 1991 tarihi yazılı bulunan TSF elbette 1991 yılında pat diye ortaya çıkmadı. Bu anlamda geçmişi incelerken belki çok eskilerden ele almak gerekiyor. Ancak daha eski geçmişi incelerken TSF'nin tarihsel sürecinde bir dönüm noktası sayılabilecek tarih, 2004 yılıdır. 1991 yılında GSGM’ye bağlanan federasyon, Mayıs 2004’te özerkleşmiştir. Bu nedenle ben Özerkleşme sonrası dönemi ele almak istiyorum.

Burada sorulması ve tartışılması gereken sorulardan birisi "Özerkleşme nedir ve TSF özerkleşme kararı alıp bunu uygulamaya koyduktan sonra özerkleşmenin ruhuna uygun atılımları gerçekleştirebilmiş midir?" ya da "TSF gerçek anlamda özerkleşebilmiş midir?" sorusudur. Bu sorunun irdelenmesinin, içinde bulunduğumuz süreci kavramamıza katkısı büyük olacaktır. Bu soruyu yanıtlamadan önce "ÖZERKLİK" konusuna bir göz atmakta yarar vardır. Aşağıda linkini vereceğim "TÜRK HUKUK SİTESİ"nde, okunmasında yarar gördüğüm, konuyla ilgili çok uzun bir makale var:

(Çok uzun bu makalenin kısa bir bölümünü buraya aktaracağım. Biliyorum ki, bu kısa bölüm de okumayı sevmeyenlere çok uzun gelecektir. Ancak çözmemiz gereken sorunlar, daha çok okumamızı gerektiriyor...)

"Özerklik “bir kişinin, bir topluluğun, kendi uyacağı yasayı kendisinin koyması olarak tanımlanmakta ve bu anlamda kurumun kendine özgü bir yasasının bulunması,üst makamların koydukları kurallara uyma yerine, kendi kendini yöneten bir kuruluş olması nedeniyle tüzel ve töresel bir özgürlük” olarak da ifade edilmektedir.

Başka bir tanıma göre özerklik; kurumların öz sorumlulukları altında ülke yararları doğrultusunda, kendi hizmetlerini düzenleme haklarıdır .
Özerklik kavramı kamu yönetimi açısından ele alındığında kuruluşların kendi sorumlulukları altında ve ülke yararları doğrultusunda kendi hizmetlerini düzenleme haklarını anlatır. Merkezden yönetimin ve bürokratik çalışmanın sakıncalarını gidermek veya azaltmak için düşünülen idari bir araç olan özerklik hem demokratik katılımın gelişmesiyle ilgili bir özellik olarak karşımıza çıkmakta hem de hizmetlerin aksatılmasına ve yürütmenin geciktirilmesine yol açan yetkilerin tek elde toplandığı kararların üst düzey merkezi organlar tarafından alındığı kurumlar yerine, yürütmede sürat, etkinlik ve verimlilik sağlayan, uygulayıcıların yönetim de söz sahibi oldukları, daha serbest ve esnek hareket edebilen kurumları esas alan temel özellik olarak bahsedilmektedir.

Diğer tanımlara bakıldığında özünde hür iradenin yattığını gördüğümüz özerkliğin, insanın doğası gereği edinmek istediği bir hal olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak çağımızda özerklik sadece bireylere değil, teşkilatlara ve kurumlara da uygulanmaktadır. Kurumsal özerklik; bireysel olmaktan çok, örgütlere ve kurumlara özgü bir yapı ve yönetim işlevini çağrıştırmaktadır .

Buna göre, bir teknik olması bakımından özerkliğin kurumsal bir yapı ve yönetim tekniğini biçimleyen idari ve yasal bir çerçeve olduğunu ve yine yapılan yasalar çerçevesinde işlev görmeyi gerektirdiğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan kurumlar açısından özerkliği iki sınıfta incelemek mümkündür; idari özerklik ve mali özerklik.

İdari özerklik, özerk kuruluşların kendi organları aracılığı ile serbest olarak karar alabilmelerini ifade etmektedir. Buna göre bir kurumda yönetimin atama ile değil de seçimle iş başına gelmesi özerkliğin bir ön koşulu olarak kabul edilebilir.

Mali özerklik ise özerk kuruluşların ayrı malvarlığına sahip olabilmelerini ve kanunların öngördüğü esaslar çerçevesinde kendi organlarının kararlarına dayanarak harcama yapabilmelerini öngörmektedir. Mali özerklik; bir kamu tüzel kişisinin kendi kaynaklarından serbestçe yararlanarak kendi harcamalarını yönetmesi durumudur .

Günümüzde “temel ilkeleri aynı” olmakla beraber her toplum, hatta her müteşebbis, özerklik kavramını kendi örf gelenek, milli amaç, siyasi tercih ve sosyal ihtiyaçları açısından kendi kamu yönetiminin gelişmesi yönünde geliştirmiştir. Diğer bir anlatımla, her ülkeye ve idareye uyabilecek tek tip bir özerklik formülü bulunmamaktadır. Bu bağlamda, temel ilkelerde anlaşma önem arz etmektedir.

2.1.2. Özerkliğin Amacı
Özerklik hizmetlerde etkinliği ve verimliliği gerçekleştirme aracıdır. Etkinlik ve verimliliğin sağlanması için girişilecek tüm reformlar, yeniden düzenlemeler özerklikle bağdaşır .

Özerklik hizmetlerin basit, çabuk, ekonomik ve daha iyi yürütülmesini sağlamak için tanınan bir araçtır. Dolayısıyla, özerkliğin gecikmeleri önleyebileceği, kurumların zarar görmesini engelleyeceği bu nedenle de, kâr etmelerini sağlayabileceği belirtilmektedir .

Öte yandan dikkate alınması gereken bir başka husus karşımıza çıkmaktadır; özerkliğin tüm siyasi baskılardan uzak gerçekleşmesi ve kurumun gerçekten özgür irade ile idare edilmesi gereklidir. Aksi halde özerklik amacından sapmış, işlevini yitirmiş denilebilir.

Özerkliğin amacı kişilere kişisel çıkarlar sağlamak, ayrıcalıklar tanımak değildir. Karar alma serbestîsinin ve serbest organ oluşturma yetkisinin tanınmasında temel amaç hizmete yöneliktir. Hizmetler böyle daha iyi yürüyeceği, üretkenlik artacağı için özerklik söz konusudur .

Özerkliğin bahsedilen çerçeve dışında kullanımının ise politik baskılardan daha zararlı sonuçları doğuracağı, özerk kurumların keyfi tutum ve davranış içine girebilecekleri, kaynak israfı, gereksiz personel kullanımı gibi sorunların ortaya çıkabileceği ifade edilmektedir .

Özerkliğe geçişte üç temel adımdan bahsedilebilir; birincisi seçim sistemi, ikincisi mali özerklik ve üçüncü olarak da idari özerkliktir. Aslında birinci adım zaten özerkliği sağlamada en önemli aşamayı meydana getirmekte ve hem idari hem de mali özerkliğin temelini oluşturmaktadır. Burada seçimin demokratik, katılımcı, merkezi ve mahalli baskıdan uzak bir yönetmelik çerçevesinde uygulanması gerekmektedir .

Bu noktadan hareketle; özerklik çalışmalarının temel amaçlarının başında uygulandığı kurumu etkin ve verimli bir yönetime kavuşturarak maksimum verimlilik ilkesi ile çalıştırmak ve sonuç almak olduğu söylenebilir.

2.1.3 Özerkliği Oluşturan Unsurlar
Bütün yönetimlerde özerklik uygulamasının gerçekleşmesini idari ve mali yönden değerlendirmekte ve özerklik için gerekli alt yapıyı analiz etmek gerekir.

2.1.3.1. İdari Unsurlar
Demokrasi kavramını günlük hayatımızda sürekli olarak kullanmamıza rağmen uygulamada bazı olumsuzluklar ile karşılaşılmaktadır. Karşılaşılan bu olumsuzlukların başında ise gücü elinde bulunduranın yetkisini başkasına devretme fobisinden kaynaklanmaktadır. Etkin yönetim için yönetimde yetki devri uygulamasına geçilmelidir. Bu uygulama ise seçimdir. Yapılacak seçimlerin ise siyasi ve diğer baskılardan uzak bir ortamda tamamen hür irade ile gerçekleşmesi gerekmektedir.
Bunun dışında yönetsel anlamda işleyişin odağını oluşturan “karar alma” özerk örgütlerde sağlıklı bir zemine oturtulması gereken bir başka husustur.

Özerk bir kuruluş kesin kararlar alabilmelidir. Bu kuruluşların aldıkları kararlar üst makamların ön iznine ve onayına bağlı olmamalıdır. Gerçek bir özerklikten söz edebilmek için kuruluşun yönetimine bu karar serbestliğinin tanınmış olması gereklidir. Dolayısıyla, alınan bir karar üst makamın onayına sunulursa gerçek anlamda bir özerklikten söz etmek mümkün değildir.

Yine başka bir konuda yönetim organlarında tüm birimlerin bağımsız oluşumudur. Özerk bir kuruluşta karar alacak makamlar hiçbir merkezi baskı olmaksızın karar organlarını oluşturmalı ve bunların hür iradeleri ile yönetime katılmalarına izin vermelidir. Merkezi idare ve üst makamlar, özerk kuruluşların personelini görevden alma veya isteğe göre atama yetkisine sahip bulunursa, özerk kuruluşlar merkezi idarenin bir tür yetki genişliğine sahip organı durumuna düşebileceklerdir.

Ülkemizde merkezden yönetim anlayışının hakim olduğu, merkezi idarenin ise yetkilerini devretmede bazı nedenler öne sürerek yetkiyi her zaman elinde bulundurmaya ve bu yapıyı sürdürmeye gayret etmektedir.

2.1.3.2. Mali Unsurlar
Özerk örgütlerin bağımsız karar alma ve aldıkları kararları uygulamaları gerekir. Söz konusu yaptırım ekonomik bağımsızlık gerektiren bir konudur. Özerk federasyonlarda mali kaynak oluşturmak ve harcamak için yetkili olmalıdır. Ekonomik bağımlılığı olan yönetimler finans kaynağına mutlaka bağlıdırlar.

Özerklik verilen kuruluşlar, mali kaynaklarını kendi ihtiyaçlarına göre ayarlayabilmeli ve gerekli harcamalarını üst makamların izni olmadan yapabilmelidir. Yalnızca devletin verdiği yardımlarla yönetilen kuruluşlar çalışmalarını genişletmekte tam bir serbestîye sahip değillerdir. Böyle durumlarda çalışmanın kapsamı merkezin verdiği yardımlarla büyük ölçüde sınırlandırılmış olur.

Bu yaklaşımlar içerisinde özerk yönetimlerde sorumluluk olmasına rağmen yetki yoktur. Yetki her zaman merkezi idarenin elindedir."


Şimdi buradaki bazı tanımları ya da görüşleri bizler yazmış olsaydık belki sözlerimizde kasıt aranabilirdi. Bu yüzden ben hukukçulardan alıntı yapma yoluna gittim. Biliyorum uzun oluyor ama "uzun ettiler" de bu yüzden uzun oluyor...

Ben bu günlük de burada bir ara vereyim...

Not: "Spor Federasyonlarının Özerkleşmeleri Ve Hukuksal Boyutunda Spor Hukuku Gereksinimleri" başlıklı makalenin tüm hakları yazarı Yrd.Doç.Dr. Tekin Çolakoğlu'na aittir ve makale, yazarı tarafından Türk Hukuk Sitesi (http://www.turkhukuksitesi.com) kütüphanesinde yayınlanmıştır.
Not 2: Daha uzun bölümler için şu linke bakabilirsiniz:http://www.turkhukuksitesi.com/makale_700.htm
“Konumsal Satranç nedir?” desem sanırım her arkadaşın bu konuda bir kaç sözü olur ve günümüze damgasını vuran bu anlayışın her satranç oyuncusunda gelişmesi gereken bir anlayış olduğu savunulur. Fakat aynı arkadaşlara konumsal satrancın kökleri hakkında bir yorum yapmalarını söylesek, konuşan arkadaşların sayısında bir azalma olacaktır. “Çağdaş devlet” anlayışı ile konumsal satrancın alakası nedir diye sorsak saçmalamaya başladığımızı düşünenler olacaktır. Daha sonra sorsak konumsal satranç ile TSF Genel Kurul Seçimlerinin ne ilişkisi olabilir desek kimse bizi okumayacaktır…

Bir trafik kazasına kurban giden, ama kaza mı cinayet mi kafamda hep bir kuşku doğuran Recep Yazıcıoğlu diye bir valimiz vardı bir zamanlar. İyi insanlar unutulmazlar ve insan dediğin unutulunca ölür. (Bu insan hakkında geniş bilgi için şu bağa göz atabilirsiniz: http://www.frmtr.com/garip-olaylar/25281...ldu-mu.htm)

Recep Yazıcıoğlu bir gün bir televizyon proğramında şöyle bir söz sarf etmişti:

- Çağdaş devlet, örgütler örgütüdür!

Bir zamanlar yalnızca şahın kafa derisini yüzmeye yönelik oyunlar vardı satrançta. Bu oyunlarda rakipler hemen şahın olduğu bölgeye akınlar yapar, ya ölürler ya öldürürlerdi! Yani ya mat ederler ya da ava giden avlanır misali mat olurlardı. Berabere kalmak falan onların kitabında yoktu. Berabere kalmayı şanssızlık sayarlardı hatta. Konumsal satrancın dıştaladığı bu oyun tarzına bir ad koymak gerekirse “Feda Satrancı” ya da “Kahramanlık Satrancı” denebilir belki. Çünkü bu oyun ortaçağdan kalma mücadele biçimlerinin tahtaya yansımasıydı. Aynı zamanda orta çağ toplumlarının toplumsal mücadele ve sorun çözme anlayışlarına damgasını vuran kahramanlık anlayışının bir ürünü olarak, alabildiğine fedaya, kahramanlığa dayalı, yalnızca mat etmeye yönelik bir oyun tarzıydı. Siyasal ya da sosyolojik olarak söylemek gerekirse, bu oyun tarzı kraliyetin ve onun fedailerinin strateji ve taktik anlayışlarının tahtaya yansımasıydı.

Toplumsal yaşamdaki değişimler daima kültürel üst yapıya yansır hatta onu belirler. Üretim ilişkilerinin gelişmesiyle değişen anlayışlar, kültüre, sanata, spora, siyasete yansır, yansımakla kalmaz bu üst yapı kurumlarının belirleyicisi olur. Çünkü bu gelişmeler insan beyninin ve ufuklarının da gelişmesidir ve toplumsal algının vardığı sınırları ifade eder.

Kraliyet ve fedailerinin satrancına karşılık, konumsal satranç modern toplumun, bir başka şekilde söyleyecek olursak demokrasinin satrancıdır. Konumsal satrançta tahtadaki her bir taşın bir değeri ve işlevi vardır. Piyonlar alabildiğine değerlidir örneğin. Hatta Philidor’un deyimiyle; “Piyonlar satrancın ruhudur”. Oysa klasik satranca göre piyonlar hiç önemli değildir, önemli olan hedefe ulaşıp, rakip şahın kafa derisini yüzmektir, hatta bunun bedeli kendi kafa derisi dahi olsa… Klasik satrançta şahın dışındaki taşların hiçbir değeri yoktur. Taşlardan yararlanmak için feda etmek vardır ama onlarla işbirliği anlayışı yoktur. Kuşkusuz kültürel bir miras olarak konumsal satrançta da feda vardır ancak, konumsal anlayışa göre feda en son çaredir, klasik satranca göre ise feda derhal çaredir. Yani her ikisinin birbirine göre anlayışı yine birbirine göre tepe üstü durmaktadır. Klasik satranç oyuncusu alabildiğine hırslıdır, konumsal satranç oyuncusu ise alabildiğine alçakgönüllüdür. Konumsal satranç oyuncusu hovarda vezirin delikanlılığına güveneceğine, piyonlarının öncülüğüne daha çok güvenir. Konumsal satranç oyuncusu tüm taşlarıyla bir ailedir, klasik satranç oyuncusu ise tahtı için evlatlarını ya da kardeşlerini boğduran kral ya da prenslere benzer. Konumsal satranç oyuncusu çoğulcudur, demokratiktir, hem kendi sahasında hem rakip sahada her taşın sesine kulak verir, ancak klasik satranç oyuncusu kendinden başkasını duymaz ve kendi bildiğini okur.

Türk satranç oyuncusunun öğrenmeye çalıştığı ve dilinden düşürmediği “konumsal satranç”, onun yukardan aşağıya öğrendiği bir anlayıştır. Konumsal satrancı konuşur ama klasik oynar! Çünkü konumsal satranç aynı zamanda bir yaşam biçiminin ürünüdür. Bu yaşam biçimin adı demokrasidir! Türk toplumu ise demokrat değil, tutucudur! Klasik değerlerine sıkı sıkıya bağlıdır! Bu yüzden satrancımız da yarım yamalak ele aldığı özerkleşmenin öz’ünden sıyrılarak, -erkleşmesine kurban gitmektedir!

İşte şimdi konuşabilirim. 2004 yılında TSF'nin özerkleşmesinden sonraki süreçte, özerkleşmeden umulan neydi ne oldu? Olması gerekenler neden olamadı, bundan sonra nasıl olacak? Şimdi bunları anlatabilirim.

Yine 2004 yılında FM Selim GÜRCAN'ın çevirisiyle TÜSGEV yayınlarından çıkan, İsrael Gelfer'e ait, "KONUMSAL SATRANÇ EL KİTABI" adlı kitapta bir ön söz var. Ön sözün yazarı kitabın "mizanpaj ve dizgisini" de yapmış. Ön sözün yazarı kim dersiniz?

Dersiniz; Ali Nihat YAZICI!...

Yazar orada konumsal satranca "yukardan aşağıya" övgüler düzmüş.
Türk çocuklarına eğitimde "konumsal satrancı" tavsiye edip, 12 yıldır bulunduğu TSF yönetiminde "klasik satranç" oynayan sayın Ali Nihat YAZICI...

5 Kasıma daha çok zamanımız var ve şu an sabah olmakta, bakalım yeni gün neler getirecek?...
Bir önceki sayfada kullandığım "klasik" sözcüğünü "eski" anlamında kullandığımı belirterek devam ediyorum:

"Çağdaş devlet, örgütler örgütüdür" demiştik...

Bir zamanlar bu ülkede insanlara "Angara'ya giderlerdi"... Otogarlarda ya da tren istasyonlarında ya da kendine ait bineklerle yollara düşen yerel önderlere rastlardınız ve sorduğunuz zaman "Angara'ya gidiyorum" ya da "Angara'dan geliyorum" yanıtını alırdınız. Bu insanlar o kadar çok gelir giderlerdi ki, en sonunda "Ankara'ya" demeleri gereken yerde "Angara'ya" demeye başlamış olurlardı. Çünkü sorun çözmek için Ankara'da geçirdikleri zaman içerisinde dilleri Ankara şivesine boyun eğmiş olurdu... Bu önderler bazen bir köy muhtarı olduğu gibi, bazen "vilayetin" valisi, bazen "kazanın" kaymakamı ya da "ireis beyi" olabilirdi...

Bu insanlar Ankara'ya neden gider gelirlerdi?
Bazen Ankara'ya gidip de gelmeyen vekilleri nedeniyle gider gelirlerdi...
El etek kilitleyip bir türlü aşamadıkları bürokrasi canavarını aşmak için giderlerdi. Merkezi yönetim Ankara'yı başkent yapmıştı ve yerel yönetimlerin henüz kurumsallaşamadığı dönemlerde insanlar sorunu kaynağından çözmek adına Ankara'ya giderlerdi. Gidemeyenler ise benim gibi şiir yazardı:

sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de buralara
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

yol uzak
hane viran
dersen eğer kemal’ım!
dilediğin yere çık
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

gör ki ne haldedir ‘ey türk gençliği’n
gör ki ne haldedir bursa’da dediklerin
gör ki ne haldedir ‘bu yurdun efendisi’
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de oralara
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

karadeniz derler bir kara derya
abanmış üstüne kozlu’da çocukların
kömür müdür yürek midir ocaklardaki
ağıt mıdır figan mıdır bacalardaki
zonguldak zonguldak vurur yüreğim
zonguldar dertlerim günde beş öğün
katarlanır albayraklı cenazelerim
kimi ağlar ekmek ekmek, ne bilem
kimi ağlar okul okul, ne bilsin
ne bilsin grizuyu grevi sendikayı, kemal’ım
ne bilsin yoksul yetim?
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de kömürlere
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

kimi kurşun sıkar kimi cop sallar
kan akar okulların kapılarında
defteri kan kitabı kan günaydını kan
böyle mi doğmuştu güneş samsun’dan?
ekmeksizler okul diye meleşir
bir kalemi yedi kardeş üleşir
ölen ölür ölmeyenler ağlaşır
bu muydu beklediğin kurtuluşundan?
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de okullara
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

pamukta tütünde neler dönüyor
demirden petrolden kimler vuruyor
millet ucun ucun akmış gidiyor
‘benim bu gidişe aklım ermiyor’
vahdettin döküntüsü fetva veriyor
‘derdim çoktur hangisine yanayım?’
hangi bir kurbana ağıt düzeyim
ne yöne gittik ki geldik bu yana
bu kuyudan hangi yöne bakayım?
kemal’ım kemal’ım tatlı kemal’ım
kılıcı belinde atlı kemal’ım!
sen hep böyle heykelde mi durursun
sen hep böyle nutuk’ta mı durursun?
sen hep böyle samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de ırgat pazarlarına
hele bir de zindanlara
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

yazın gel güzün gel zemheride gel
zemheri soğuk dersen
kemal’ım
azıcık beride gel
gel de anlasınlar sen kimin kemal’ısın
ağanın mı beyin mi beyoğlunun mu
tacirin mi tefecinin mi kompradorun mu
yoksa benim gibi emekçinin mi
gel hele bir
gel hele bir
gel de anlasınlar sen kimin kemal’ısın!
gel de bir gör hele hallerimizi
kimler çalıp çırpar ellerimizi
yunus’lu pir sultan’lı dillerimizi!
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de her yere
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!

çık ki her yer samsun olsun kemal’ım
çık ki her yer samsun olsun kemal’ım!

Şiirin şairi Hasan Hüseyin KORMAZGİL'i saygı ile anarak, burada da bir ara verelim...
Hüseyin Bey'in şiirlerle manzumelerle, hatta kanun maddeleriyle yüklü sayfalar dolusu, kısmen yeni, kısmen arşivden gelen yazılarını ciddi anlamda takip etmeye çalışıyorum, belki bilmediğim şeyleri yakalayıp öğrenebilirim umuduyla. Çok şeyler de öğrendim sağolsun. Ama ben yorulmaya başladım.

Acaba söylenmek isteneni anlamamız için uzun uğraşlar sarfetmemiz gerekmese de daha özet, daha nokta vuruşu sonuçları okusak daha mı faydalı olurdu diye düşünmeden edemiyorum.
"Çağdaş devlet, örgütler örgütüdür" demiştik...

Her hangi bir örgüt ile "devlet" denen örgüt karşılaştırıldığında, "devlet örgütlenmesi" "örgütten" büyük bir yapılanmadır. Yukarıdaki söz ise örgütleri yöneten bir örgüt olarak, devletin küçülmesi gerektiğini söylemektedir. Bunun yollarından bir tanesi ise "Özerklik" dediğimiz kavramdır. Kaos dönemlerinin siyasal yapılanması kaçınılmaz olarak olarak diktatörlüktür. (Bu konuda da bir bağ verebilirim: http://aktashuseyin.blogcu.com/demokrasi...ri/1703822 )

Kaosun giderildiği oranda Devlet, özellikle yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yoluyla, bünyesindeki örgütlere özerklik tanıyarak, üzerindeki bürokrasi ve militarizm yükünün yol açtığı hantallıklardan ve diktatörce yöntemlerden arınmak zorundadır. Ancak bu biraz da aşağıdan yukarıya doğru olan toplumsal gelişmeye bağlıdır... "Ağlamayan çocuğa meme vermezler"...

Bu nedenlerle; TSF'nin özerkleşme kararı çok önemli bir karar idi. TSF böylelikle kendi göbeğini kendisi keser hale gelecek, üzerindeki bürokratik baskılardan kurtulacak, gelişimi sürat kazanacaktı.

Sürece baktığımızda TSF özerkleşmesinin tam anlamıyla bir özerkleşme olmadığı da ortadadır. Bir çok noktadan hala merkezi yönetime bağlıdır. Buna rağmen özerkleşme yoluyla devletten elde ettiği görece bağımsızlığı, söz ve karar serbestisi azımsanmayacak ölçülerdedir ve bu durum, olması gerekip de olmayan gelişmelere engel değildir. Tamamen bağımsız olması, TSF'nin özerklik olgusunu kendi tabanında yaşam biçimi haline getirmesi ile olasıdır. İşte bu noktada TSF yönetiminin, 2004 yılı özerkleşme kararı sonrasında izlediği yol bir çok yanlış uygulama ile doludur.

Bu yanlışların ne olduğunu burada tek tek saymak, Abdülkadir beyin serzendiği gibi yorucu olabilir. Umarım bu yorgunluk "sıkıcı" değildir. Satranç topluluğu Türk halkının genel karakteristiğinden pek farklı davranmamaktadır: "Yumurta kapıya gelince folluk aramak!"

Ben son kez bu konuda tarihe not düşmeye çalışıyorum. Arşivi göz önüne getirmemin nedeni, daha önceden de bu konuda gösterdiğim çabaların olduğunu göstermektir. Satranç dünyasının bu konudaki kusurlarına ortak olmayacağım!

TSF yönetimi, devletin kendisine tanıdığı özerkliği kendi içerisine ve tabanına tanımamıştır. Hatta yönetim kurulu içerisinde yer alan kişilerin bile, "bireysel özerkliğinin" olmadığı söylenebilir...

Süreç içerisindeki sorunları özetlemek gerekirse;

*Yetkinin ve yönetim erkinin paylaşılması
*Kaynakların toplanması ve paylaşılması
*Tabandaki yerel örgütlenmelerin (örneğin kulüplerin) güçlendirilmesi
*Hakemler
*Antrenörler
*Sporcular
*Veliler
*Yaş grupları başta olmak üzere turnuvalar ve mekan olarak da turnuva alanları
*Sponsorlar
*Seçimler ve atamalar...
*Diğer kişi ve kurumlarla ilişkiler
*Dünya Satrancı ile olan ilişkiler
*Malzeme üretimi ve desteği
*Lisans
*Eğitim ve eğitim merkezleri


Bu saydığım alanların hepsinde de teorik ve pratik açıdan TSF sorunlu bir haldedir!

Ülke içine ve dışına yönelik olarak izlenen politikalarda, özerkleşme kararından sonra olumlu gelişmeler de olmuştur. Ancak olumsuz gelişmeler bu olumlu gelişmeleri gölgede bırakmış, hatta unutturmuş ve o alanları sahipsiz bırakmıştır.

Bu alanlardan bir tanesi "Okulda Satranç" diyebileceğimiz uygulamadır. MEB ile yapılan anlaşmalar takipsiz durumdadır. TSF bu konuda binlerce öğretmene 1. Kademe Antrenörlük lisansı "satmaktan" başka bir şey yapmamıştır! Bu lisanslar %99 oranda öğretmen tarafından "ek ders ücreti alabilmenin aracı" olarak kullanılmaktadır.

Federasyonun kendisine ait bir bina sahibi olması da bu süreçteki olumlu gelişmelerden biridir. Her ne kadar Satranç akademisinin kurulmasının planlandığı ikinci binanın alınması için toplanan genel kurulda muhalefet etsem de, bu da olumlu bir gelişmedir. Benim oradaki muhalefetim binanın alınmasına değil, TSF'nin haracamalar politikasında gördüğüm yanlışlara ilişkindi. Ya da "daha iyisi ne olabilirdi?" sorusu da muhalif olma nedenlerimden biriydi diyebilirim...

2008 yılına doğru gelirken TSF kendisi üzerindeki olumlu imajı da yıkmaya başlamıştır. Attığı olumlu adımlardan uzaklaşmaya, daha demokratik bir örgütlenmeyi yaratıp, yurt içinde yerel insiyatifleri geliştireceği yerde yönünü FİDE kongrelerine döndürmüştür. Kendi yurdunda kendisi olma sürecini tamamlamadan, gözünü yurt dışına diktiğin zaman başarabileceğiniz tek şey bol bol yurt dışı gezileridir!

2004 yılında seçim gezisine geldiği Antalya'daki "Mavi Karga" adlı cafede yapılan toplantıda Kasparov'dan bir alıntı yaparak; "Yetenek yeryüzüne eşit dağılmıştır" diyerek, ülke içine yapacağı yatırımları anlatan sayın YAZICI ve ekibi, seçimlerden sonraki süreçte bu sözlerini tutmamıştır. Hatta tamamen unutmuştur.
Ben kendilerine daha bir çok sözlerini anımsatabilirim!
Bunlardan bir kısmı da 2008 seçimlerinde verilip de tutulmayan sözlerdir!
Örneğin, her kentte bir satranç merkezi!
Antrenör haklarını gözeten düzenlemeler!
Yıldız çocuklara eğitim desteği!
Bunlar hemen usuma gelen tutulmayan sözlerdir.

Türk satrancı bir yerlere gelmiştir elbette! Ancak bu satrancın geldiği yer "kendiliğindenci" bir yol izlemiştir. "İradenin" hiç bir rolü yoktur desek yanlış olmaz. Yani bu gelişmeler, irade hiç bir şey yapmasa da olabilecek gelişmelerdir. Politika "duran saat" politikasıdır. Bilirsiniz ki duran saat bile günde iki kez doğruyu gösterir. TSF'nin bu süreçteki doğruları ancak bu kadardır!

Özetlemek gerekirse bunlar. Ayrıntı isterseniz günler sürer. Bu başlık altında son yazımı genel kurulda yönetime talip olan arkadaşlar ile ilgili olarak yazacağım. Özellikle bu yazıda yıldız koyarak altını çizdiğim konularda her arkadaşın söyleyeceği bir şeyler olmalıdır.

Bitirmemi bekleyen arkadaşlar başlayabilirler...

Saygılarımla...
Alıntı:Bitirmemi bekleyen arkadaşlar başlayabilirler...

Ben bitirmenizi beklemeden daha önce araya girmiş olduğum için özür dilerim.

Bitirmenizi beklemem gerektiğini düşünememiştim, acemilik sanırım. Bu cümleye göre "ben başlayamıyorum", ya da "ben zaten başlamıştım, henüz başlamayanlar da başlasın". Sanırım birincisi doğru. Zira ben yazıların uzadığından, kafamın karıştığından, çünkü konunun çok fazla viraj aldığından bahsetmeye çalışmıştım; bu nedenle de "özet olsa daha mı iyi olurdu" diye serzenişte bulunmuştum.

Düşüncenize sağlık olsun, klavyeniz eksik olmasın, yüzünüz resminizdeki gibi hep gülsün.
Abdülkadir bey,
Sorun yok.Smile
Kastettiğim siz de değildiniz zaten...
Sizin de yüzünüz, hatta yüzünüzle birlikte içiniz de daima gülsün, çünkü tarihin tekerleği daima ileri doğru dönerSmile
Ok, o zaman düşüncemi yazabilirim demektir Smile

Bence hepsi de pratik ya da teorik olarak sorunludur dediğiniz maddelerden bir kısmı sorunlu değil. Şöyle ki;

1 Yetkinin ve yönetim erkinin paylaşılması

Ben başkan olsam kanunun bana verdiği yetkiyi kullanırdım, niye birilerine dağıtayım ki?

2 Kaynakların toplanması ve paylaşılması

Burada bir sorun varsa bu bir iddiadır, ispat gerektirir. Bütçe bugün yarın açıklanınca burada sorun olup olmadığı net olarak anlaşılacaktır.

3 Tabandaki yerel örgütlenmelerin (örneğin kulüplerin) güçlendirilmesi

TSF bunu istemiyor demişsiniz gibi algıladım ben, oysa bence tam tersini istiyor, ama yasal ve parasal engeller var sanırım.

4 Hakemler

Buna susarım, abilerim ablalarım kardeşlerim konuşsun derim.

5 Antrenörler

Buna da aynı şekilde susarım.

6 Sporcular

Sporcularla ilgili sorun olmadığını söyleyen yok sanırım. TSF ve muhalefet bu konuda aynı fikirde, sadece olayı farklı pencereden görüyorlar o kadar. Çözümsüz olmayan, ama can sıkan bir noktada.

7 Veliler

Bir veli olarak bu forumun neredeyse tamamını okudum, birkaç münferit olay dışında bir "veli şikayeti" ya da "sorunu" görmedim. Bunu açıklayabilir misiniz?

8 Yaş grupları başta olmak üzere turnuvalar ve mekan olarak da turnuva alanları

Bütçeniz ne kadarsa o kadar yatırım yaparsınız. Belediyeler spor müdürlüklerinin direktiflerini dikkate almalıdır demişsiniz, haklısınız. Ben geçen aylarda spor bakanlığından bulduğum bir raporu yazmıştım. Sanırım bir ege ilimizdi. Sekiz kortlu tenis sahası inşaatına 2010 ve 2011 yıllarında 13 milyon dolar harcanmış, daha da bitmemiş, proje 25 milyon dolarmış. Oysa 1000 kişilik bir satranç turnuva salonu birkaç milyona rahatlıkla biter bence. Bu konular bence de irdelenmeli.

9 Sponsorlar

Bence bu konuda bir sorun yok, en şanslı birkaç spor dalından biriyiz gibi. Neden şikayetçi olduğunuzu ben bilemedim.

10 Seçimler ve atamalar...

Bu konuya yorumum olamaz.

11 Diğer kişi ve kurumlarla ilişkiler

Buna da.

12 Dünya Satrancı ile olan ilişkiler

Son hakem protestosu konusu haricinde gayet iyi gibi.

13 Malzeme üretimi ve desteği

Dünyada bu konuda bizimki kadar faal bir federasyon olduğunu sanmıyorum.

14 Lisans

Lisanslı sporcu sayısının çokluğundan mı şikayet ediyoruz, yoksa lisanslı sporcuların azlığından mı, yoksa hangi açıdan "lisans"?. Bence bu konuda TSF iyi durumda.

15 Eğitim ve eğitim merkezleri

Siz ne açıdan sorun var diyorsunuz bilemiyorum, ama bence sayı artırılmalı. Bu da para demektir. Yani TSF daha çok kazanmalı ki bunlara da bir el atsın, bir destek olsun, ufak tefek de olsa teşvik yapsın. Ama TSF para kazanacak işlerle uğraşınca bu sefer de TSF neden hep para kazanma derdindedir diye birtakım eleştiriler geliyor, ben bu noktayı hiç yakalayamıyorum.

Saygılar.
- İki yurttaş yan yana gelince biri diğerine sormuş:
"Hemşehrim nerelisin?"
"OF'liyum da!"
"Yahu ben unuttum, Of Trabzon'a mı bağlıdır yoksa Rize'ye mi?"
Oflu kızmış:
"Allah'a, direkt Allah'a bağlidur da!"

Eskiden bu tartışmalarda çokça fıkralar anlatılırdı. Mizah olurdu. Kavga gürültü olurdu. Kıyasıya eleştirilerin dozunun kaçtığı olurdu. Bunlardan biri de ben olurdum. Sözümü sakınmazdım. O zamanlar gerçekten "Biz bir aileyiz" sloganına "inanır", bu kavgaların birer aile içi kardeş kavgası olduğunu düşünürdüm. Hatta sevgili Can İNCE ile de böyle tanıştık ve dost olduk. Ancak sonradan gördüm ki biz gerçekten bir aile değilmişiz. ("Büyük bir aileymişiz"!!) Araya büyüklük- küçüklük girince işler kötüye gitti ve ben TSF tarafından 6 Ay hak mahrumiyeti ile cezalandırıldım...


Her seçim döneminde adaylar Antalya'ya gelirler...
Cengiz Keleş de geldi.
Cengiz arkadaşla da 2004 yılı sonrasında tanıştım.
Belki de kendisine muhalefet eden arkadaşların kendisi hakkında söylediklerinden olsa gerek, çok yakın ilişkilerimiz olamadı. Yeri gelmişken değineyim ki TSF ile muhatap olduğum günden beri gördüğüm en olumsuz şeylerden biri, herkesin birbiri ardından yürüttüğü spekülasyonlardır. Cengiz arkadaşın bu gelişinde "herkesin kötüsü yine ben olayım" diyerek sormaya karar verdim:

- Cengiz arkadaşım seninle bu güne değin oturup hiç konuşmadık. Senin hakkında "tarikatçı, cemaatçı" savları var, sen gerçekten böyle misin?

Cengiz Keleş bu soruyu yanıtlamadan önce gülerek yukarıdaki fıkrayı anlattı ve ardından ekledi:
- Ben Allah'a, direkt Allah'a bağlıyım!...

Kendisinin dindar birisi olmakla beraber, tarikat ve cemaat ile bağının olmadığının da altını çizdi. Söylentiler nedeniyle kendisine hiç bir olumsuz tavrım olmamışsa da, bu konuda doğrudan kendisini böyle ifade etmesinden sonra, bir kez daha bu arkadaş hakkında bu dedikoduyu yayanların ne denli bir yanlış içinde olduklarını düşündüm... Hele ki aynı dedikoduyu yayanların sağcı ile sağcı, solcu ile solcu yerine göre de "futbolcu" olduklarını, ancak bir türlü "kendileri olmayı" başaramadıklarını bildiğimden, acı acı güldüm geçmişi düşünerek...

Herkes bilir ki ben sosyalist bir insanım. Bu yüzden "iki cami arasında beynamaz" konumunda kaldığım çok olmuştur. Tarikatçı birisi ile her ne koşulda olursa olsun bir araya gelmem imkansız değilse de çok zordur. Ancak şimdi şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, şu ana değin muhalefet ettiğim anlayışları savunanlar arasında bırakın sosyalisti, sıradan "solcu" bile yoktur. Çünkü "sol" dediğiniz olgu, geniş bir spektrum(yelpaze) olmakla birlikte, asgari müşterekleri olan bir "duruş" sahibidir. Karşımdaki anlayışları savunanlarda ben bu değerlerin hiç birine tanık olmadım...

Cengiz arkadaş ile görüşme sırasında öğrendim ki, Antalya'ya Gülkız Tulay hanımlar da gelip gitmişler. Hem de bir önceki seçimde kendilerine muhalefet eden Mersinli arkadaşlar ile. Cengiz arkadaşın gelişinden haberdar oldum. Ancak Gülkız Tulay'ın gelişinden haberim olmadı...

Ben kendi değerimi biliyorum ve böylesi bir toplantıya "çağrılmaya değmez birisi olduğumu" düşünmüyorum! Ancak bu tavrın daha şimdiden bir tür "ötekileştirme" tavrı olduğunu ve bu tavrın kendisinden olamayanlara karşı, ileride de işletileceğinin sinyali olarak almak mümkündür diye düşünüyorum. Kısacası bu arkadaşın gelişi, onun gidişini de ortaya koyan ve tanımlayan bir tavırdır.

Sonuç olarak;
"Hepimiz aynı gemideyiz" sözü doğrudur.
Türkiye Satranç Federasyonu bir gemiye benzetildiğinde, bu geminin "uluslararası sulara çıkabilmesi" için kızağa çekilip iğneden ipliğe bir bakıma gereksinmesi vardır...

Bu bakımın yapılacağı "tersanede" her türlü alana hakim olan bir arkadaşımız bir yanda, hangi alana hakim olduğunu bilemediğimiz bir arkadaş diğer yandadır.

Cengiz arkadaş ODTÜ mezunudur. Bu yıl üniversiteye çocuk yollamış bir baba olarak, ODTÜ'den makine mühendisi olarak mezun olmanın hangi zekaya tekabül ettiğini biliyorum. Bu zekanın TSF içerisinde de bir çok işi başarmış olduğu tüm satranç topluluğu tarafından, rakipleri de dahil olmak üzere bilinmekte ve kabul edilmektedir. Türk satrancının ülkesel planda gereksinmesi olan atılımları örgütleyip, organize edebilecek kapasitesi olduğunu düşünüyorum.

Gülkız Tulay hakkında ise yukarıda söylediğimden daha fazlasını söylemeyeceğim. Bunun nedeni sol bir insan olarak, beni doğuran anneme de verdiğim sözlerden dolayı, kadınlardan yana "pozitif ayrımcılığı" savunuyor olmamdır. İsterdim ki Gülkız Tulay, kendi iradesi doğrultusunda bu makama aday olmuş olsun. İsterdim ki arkasında şu sözler olmasın:

"Ben 20 Kasım 2000 yılında seçilmiştim biliyorsunuz. 2004'te denedim olmadı, bazı şeyler oldu. 2008'de denedim, ikna edemedim ve yine olmadı. Ama bu yıl başardım. 2012 yılında 12 yıldan sonra artık Federasyon Başkanlığını devrediyorum. Ekip olarak birlikte karar verdiğimiz ve bayrağı bizden alıp çok daha yukarılara götürecek çok kıymetli bir dostumuza, bir arkadaşımıza, hepimizin tanıdığı Türkiye'nin en büyük satranç kulübü başkanı Gülkız Tulay'a devrediyoruz."

"Devrediyorlar"
Yani ilk başta söylediklerime dönersem; "Kurulu seçimler"...

Bu yazı dizisinde olabildiğince nesnel olamaya çalıştım. Öznel sayılabilecek değerlendirmelerimin de nesnel olduğunu biliyorum. Üretim ilişkileri içerisinde gelişmeyen ve zaten doğuştan sakat olan bir demokrasinin, seçimlerinin de bir oyun olduğunu biliyorum.

Bizim buralarda anlatılır: "Günün birinde bir orman köyüne kaymakam gelir. Tabi ki de bütün köylü el-pençe divan durur ve yalakalığın bini bir paradır. Yaşlı bir teyzenin dikkatini çeker bu durum sorar:

-Evladım sen kimsin?
-Ben kaymakamım teyze.
-Evladım az daha okusaydın da ormancı olsaydın ya?!...

Yaşlı teyzemizin o güne kadar bir orman köylüsü olarak gördüğü en önemli kişidir ormancı.

Şimdi Cengiz arkadaşa diyorum ki:
- Yahu Cengiz, direkt Allah'a bağlı olacağına direkt hükümete bağlı olsaydın ya!!

Ben benim desteklediğim arkadaşın kaybedeceğini biliyorum. Cengiz'in de kaybedeceğini biliyorum. Ancak "Sabahın sahibi vardır, sorarlar bir gün!".

"Yolcu yolunda gerek" derlerdi eskiden, şair arkadaşım Sezai Sarıoğlu düzeltti:

"Solcu solunda gerek" Big Grin

Hoşça kalın!...
Bu kadar uzun yazılar ve yazışmalar, karşılıklı okunuyor mu sahiden? yoksa yazılıp geçiliyor mu? :lol: sadece şakaydı..

firatsalepci

Okunuyor Smile
Velilerle ilgili güncellediğiniz yazıları okudum.
Bence bahsedilen olay(lar) kronik bir sorun, ya da sürekli yaşanan bir acayip durum değil.

İki farklı açıdan kronik olmadığını söyleyebilirim;
(1)
Malesef yağmur yağmış, birileri ıslanmış, üşümüş veya başka şekilde mağdur olmuşlar. Üzücü bir durum, ama kronik bir sıkıntıyı ifade etmiyor. Ayrıca yarışma Antalya'da olacaksa ancak yaz ortasında yapılırsa yağmur yağmaması (kısmen) garanti edilebilir.
(2)
Otel paralarından şikayet edilmiş. Bu haklı olabilir, ama karşılaştırmalı olarak değerlendirmek lazım. O civarda turnuva düzenlenebilecek genişlikte salonları olan daha ucuz mekanlar varmış da TSF onları seçmemiş ısrarla pahalı otelleri seçmişse ve üstelik dileyen dilediği otelde kalamaz, ille de benim anlaşmalı otellerime geleceksiniz vs. demişse kesinlikle haklı sayılırsınız, ama öyle değil. "Bu otelde kalmazsanız rezil olursunuz" demek, "sizi rezil ederiz" ya da "rezil olacağınızı garanti ederiz" gibi algılanmış. Oysa o sadece bir uyarı, gelişmelerden de görüldüğü üzere haklı bir uyarıymış. Başka turnuvalarda TSF - Meteoroloji işbirliği daha iyi oluşmuş sanırım, ki bu sorun kronikleşmemiş.

Bence bu örneğiniz sizin sorun olarak saydığınız 8.maddeye "Yaş grupları başta olmak üzere turnuvalar ve mekan olarak da turnuva alanları " başlıklı sorununuza işaret ediyor. Yani geniş turnuva salonu ihtiyacı çözülmüş olsaydı bu velilerin şikayet edecekleri birşey kalmamış olurdu. Salona yakın bölgede dileyen dilediği yerde, hatta dilerse çadırda karavanda vs. konaklar, salonun dinlenme alanında ıslanmadan ya da üşümeden oturur ve çayını kahvesini içip sohbet edebiliyor olurdu.

Israrla tekrarlıyor gibi olacağım, ama takıldım oraya ondan: GSM'lüğü 25 milyon dolara toplam onaltı kişi sekiz kortta aynı anda tenis oynayabilsin, sonra da gidip duşunu alsın, yemeğini yesin vs. diye birinci sınıf salon yaptırırken, iki üç milyon harcayıp adam gibi büyük bir satranç müsabaka salonu inşa etmezse bu sorun diye anlatmaya çalıştığınız konular çığ gibi büyür de büyür.

Ülkemizde kaç tane lisanslı tenisçi var, kaç tane lisanslı satranççı var GSM'lüğüne anlatılmalı bence. Sorunun büyüğü burada, ve çözümü de birkaç siyasinin kaleminin ucunda. O tenis kortu toplam yüz kişiyi mutlu eder, ama o paranın onda biri toplam yüz bin kişiyi mutlu edebilir. Bu sorunun çözümü, sorun diye anlatılan şeylerin en az yarısını bitirir.

Hürmetlerimle.

Not: Hüseyin Bey; şimdi yazacağım şey için umarım beni yanlış anlamazsınız. Kişilerin siyasi ya da dini inançlarını okula, kışlaya, spora karıştırmamak gereğini ucundan kıyısından hatırlatmayı görev saydım. Ayinesi iş olmalı kişinin, lafa bakılmamalı. "Solcu solunda gerek" gibi, siyasi mesaj içeren, insanları yönlendirme şeklinde algılanması ihtimali olan cümleleri burada kullanmamamız bize daha da yakışır bence. Cengiz Bey'le ben de konuştum. Yemin ederim ben de merak ettim. Ama sormadım. Gerek duymadım. Sorsaydım da cevabı buraya yazmamayı uygun bulurdum. Ama sanırım siz siyaset konularında benden çok daha cevval bir kişisiniz . Smile

Tekrar hürmetlerimle.
Değerli Satrançseverler,

Öncelikle, 2000 yılında ANY başkanlığa aday olduğunda kendisi ve Cengiz Keleş dahil 6 kişi toplanmıştık. İki aday hariç (Cengiz ve ANY) hangisinin başkan olması konusunda diğer satranççı dört kişi karar verecekti. (Bu gruptan kaybettiğimiz Ali İpek arkadaşımı rahmetle anarım). Kararımız, ANY olsun diye oybirliği ile oluştu. ANY dört yıl sonra başkanlığı Cengiz Keleş'e devredecekti. Daha dört yıl olmadan ANY yönetiminin biz satranççıların yönetim anlayışına uymadığını gördüğümüzden ben Merkez Hakem Kurulu Başkanlığından 2004 yılında kendi isteğimle ayrıldım.

Genç arkadaşlarımızın kişileri desteklerken geçmişi bilmelerinde yarar gördüğümden tarihe not düşmek adına bunları yazıyorum.

Sayın Hüseyin Aktaş'ın yakaladığı husus çok önemlidir. ANY "Başkanlığı DEVREDİYORUM." demektedir. ANY yi Başkanlık öncesinde hakem arkadaş olarak tanıyan ben bunu şu şekilde yorumlamaktayım.

Bu devir, henüz bilemediğim nedenlerle, yalnız koltuk devri olarak görünmektedir, BAŞKANLIK devri değil. ANY buna mecbur kalmıştır. Yoksa dört sene sonra başkanlığı bırakacağım diyerek 12 yıl orada oturmazdı.

Bu nedenle, 12 yıl öncesinde yaptığım yanlış hamleyi düzeltmek amacıyla Cengiz Keleş'i desteklediğimin bilinmesini isterim. Sayın Cengiz Keleş sitesinde destekleyenleri açıklamamakla birlikte, listesinde adım yer almasa bile bu desteğim sürecektir.

Saygılarımla,