Kazanırken kaybetmeyi, kaybederken kazanmayı bilmek...
#1
Satranca olan tutkumun ilk yeşermeye başladığı zamanlar, herhalde 1986 yılında oynanan 3. Kasparov - Karpov maçına denk düşer. Her sabah Cumhuriyet gazetesi spor sayfasında yayınlanan günün oyununa bakmadan okul yoluna koyulmadığımı hatırlıyorum. İkilinin 12,5 - 11,5 Kasparov üstünlüğü ile sonuçlanan o maçlarında ve ardından oynanan tüm oyunlarda gönlüm hep 'kaybeden' Karpov'dan yana olmuştur. Kasparov ve Karpov 5 defa Dünya Şampiyonluğu ünvanı için karşı karşıya geldiler. Yarıda kalan ilk maç dahil hiç birinde Karpov tam anlamıyla istediği sonucu rakibi karşısında elde edemedi. Buna rağmen Karpov hiç bir maça 'ben geçen sefer rakibimi geçemedim bu sefer de nasılsa yenilirim diye çıkmamazlık yapmadı. Biri yarıda kalan ve biri de 12-12 berabere biten efsanevi maçların kahramanlarından biri oldu.

8 yıldır Türk Satrancını yöneten isimlerden biri olan Murat Kul'un TSF sitedinde yayınlanan son yazısını okurken aklıma bu maçlar geldi. Kul 5 Kasım Genel Kurulu ile ilgili değerlendirmesinde adaylardan Gülkız Tülay'a olan desteğini açık açık yazarken bir yandan da ''sıradışı bir başarısı, benzeri daha önce hiç duyulmamış bir yeniliği yahut fikri, olağanüstü bir ekibi ve onun dillere destan çalışması ortada yoksa '' daha önce Yazıcı ve kadrolarına karşı seçim galibiyeti olmayan Cengiz Keleş'in rakibine karşı bir şansının olmayacağı savını ileri sürüyor.

Kul haklı çıkar mı çıkmaz mı önümüzdeki günlerde göreceğiz. Kul'un yazısında beni rahatsız eden unsur 'kazanmaya ve güce tapan' yerleşik kabulün bu kadar açık bir biçimde dile getirilmesi. Şu an henüz 5,5 yaşında olan oğlumun satrancı sadece kazanma-kaybetme duygusuyla tanımaması ve gerçekten oyunun keyfini sürebilmesi için ne kadar zorlandığımı biliyorum. Hepimizin az da olsa içinde olan rakibini alt etme duygusuyla bezenmiş bu anlayış her geçen gün daha fazla taraftarı çevresinde topluyor. Kaybettiyseniz bir hiçsiniz. Kazandığınız anda omuzunuzdan tüm yükler kalkıyor. Hatalarınız görmezden geliniyor. Bu ülkede varlığınızı sürdürebilmeniz için, mesela satrancın içinde var olabilmek için, iyi, doğru veya layık değil mutlaka kazanan olmak zorundasınız. Yok eğer kazanamıyorsanız da hemen en kısa zamanda taraf değiştirip kazanan tarafa geçip onun neferlerinden biri olmalısınız. Delege iseniz oyunuz hep kazanacak tarafın yanında olmalı, kazanamayacak biri ile isminiz bir arada anılmamalı.

Kazanamadığınız zamansa, örneğin 2010 Mali kongresinde olduğu gibi mahkeme kararıyla sabit olmak üzere genel kurul tarafında ibra edilmediyseniz, tek niyeti size zarar vermek olan iç ve dış düşmanların kötü oyunlarından dem vurmalı, sonucu yok saymalı ve yasaların işleyişindeki yavaşlıktan yararlanıp hiç birşey olmamış gibi hayatınıza devam etmeli hatta Murat Kul'un yazısında olduğu gibi ibra olmadığınız bir genel kurulda zafer kazandığınızı cümle aleme duyurmalısınız.

Oysa dünya ve spor tarihi, başarısızlıkların ardından pes etmeyen, denemeye devam edip sonunda başaran, hiç bir zaman zafere ulaşamayan, önce ulaşıp sonra kaybeden ama sonra tekrar ayağa kalkan sıra dışı kişilerin hikayeleriyle doludur. Çocuklarımıza, öğrencilerimize yenildikleri zaman pes etmeyi, doğru bildiklerinin arkasından gitmemeyi, her başarısızlığın ardından vazgeçmeyi mi öğretelim? Oysa kazanırken de bazı şeyleri kaybedebileceğimiz, kaybederken de kazanabileceğimiz gerçeğini görmezden mi gelelim?

Bu forum sayfalarında da örneklerine rastladığımız, 'Aday bile olamayacaksınız, ne uğraşıyorsunuz ki nasıl olsa kazanamayacaksınız, siz nasıl muhalefetsiniz? ' tarzı soruların ardında da aslında yönetmeyi doğal bir hak ve alışkanlık olarak gören, güce kayıtsız şartsız teslim olmuş olmanın verdiği biat kültürü yatıyor.

Öte yandan Satranç, yıllarca bir spor olarak kabul edilmesi için uğraş verenlerin emeklerini boşa çıkarırcasına, ana kurallarını Futbol'un belirlediği bir yönde başaşağı ilerleyen Türk Sporunun çatısı altına iyice yerleşirken aynı zamanda her geçen gün biraz daha zincirleniyor ve özelliklerini kaybediyor.

Anlaşılan o ki kişisel ya da harici bilmediğimiz bir sebepten Murat Kul önümüzdeki dönem kim seçilirse seçilsin tıpkı başkan Yazıcı gibi yönetimin içinde yer almayacak. Elbette hem kendisi hem de Ali Nihat Yazıcı geçmiş dönem uygulamalarıyla iyi ya da kötü yüzleşmek zorunda kalacaktır.Belki ben yanılıyorumdur ama yazdığı onlarca köşe yazısına, tüm gücüyle bağırarak yaptığı ve futbol amigolardan büyük alkış alan hararetli konuşmalarına rağmen benim aklımda satrançla kesişimi boş küme'nin ötesine geçmese de satranç kitaplarına ilgisi olduğunu son yazısında göstermeye çalıştı. Kendisine başkan vekilliğinden emekli olduktan sonra ilk fırsatta Richard Reti'nin Satrançta Büyük Ustalar ve Modern Görüşler kitabını okumasını öneriyorum. Muhteşem yeteneklerine ve çok yaklaşmasına rağmen Dünya Şampiyonluğuna ulaşamayan Karl Schlechter'in 44 yaşında yokluk içinde sona eren öyküsünü okuduğunda ve Reti'nin onu nasıl betimlediğini gördüğünde, satrancın Ankara ve FIDE'nin seçim kulislerinin çok uzağında, kazanmanın ve kaybetmenin çok ötesinde güzelliklere sahip olduğunu biraz daha iyi anlayabilir. Reti'nin şiirsel dili, şimdilerde giderek yok olmaya başlayan koşulsuz satranç sevgisi ve sanatsal estetiğin, satrancı sadece bir spor olarak görenlere ve sadece bir spor olarak 'yönetenlere' en iyi cevabıdır. 1920 lerde yazılmış ve 1992 yılında aldığım bu eşsiz kitap, bugün bile satranç gecelerimize renk katan güzelliğini, ona konu olan Büyük Ustaların satranca olan sevgisinden ve asaletinden alıyor. Sevgili arkadaşım Alper Olcayöz'ün tekrar tekrar yüksek sesle bizlere okumaktan bıkmadığı aşağıdaki satırlar, kaybetmekten korkmayan ve kaybettiği için yok sayılmayan bir dehanın en güzel anlatımıdır.

''Karl Schlechter Viyanalıydı. Viyana... bu eski sanat kenti, kendini tanıtamamışların, ünü geç duyulmuşların merkeziydi. Bu, Viyana'yı ve Viyana sanatını oluşturan ruhun içine sinmişti. Nitekim Viyana sanatında acınmalar, trajik tavırlar yoktur. Viyana sanatı bangırtılı değil gizliliklidir; kendisini zorla yüklemez; ona yaklaşmalı bulup çıkarılmalıdır.

Viyana'da satranç geleneği çok eskidir; çünkü satranç özellikle tanınmamışların, yaşamın kendilerine vermediği başarıyı oyunlarında arayanların uğraşıdır...

...Viyana satrancının en ilgi çeken oyuncusu Schlechter'dir. O, dünya birincisi Lasker'in dengi olduğunu kanıtlamış ama o ünvanı söküp alamayacak kadar Viyanalı kalmıştır....

...Schlechter'in tüm yüreği ve ruhu doğaya ağıyor, bu doğa sevgisinin yansıması da oyunlarına belli bir büyüleyicilik kazandırıyordu. O'nun oyunlarında bir tasarımın solukluluğu göze çarpar.Tıpkı ormanda ağaç gövdelerinin ve dallarının her boş buldukları yere uzanmaları gibi Schlechter de taşlarını güçlüce ve doğa gibi sanki amaçsızca geliştirir. Gizli yerler, tuzaklar yok, yalnızca sağlıklı bir gelişme, gereksiz bir acele ya da tek yanlı bir düşünceye sapma yok, uyum içinde bir evrim vardır Schlechter'de. Gerçekten Schlechter'in kombinezonları, herkesi güzelliğiyle şaşırtan ama gerçek doğasevere aşırı kokulu geşlen yapayca yetiştirilmiş güller değildir, yo, onlar aranıp bulunması gereken, toplandıkça sevilen alçak gönüllü gizli orman çiçekleridir. Doğanın enginliğiyle yalınlığının, Viyana sanatının ve müziğinin uçarılığı ile bir arada yansıdığı oyunlarında insan böylece kendini unutur.

Eski ustaların gürültülü kombinezonlarından ve yeni ustaların fazla ince konumsal planlarından usandığımız zaman, kendimizi doğanın büyüklüğüyle yalınlığının, Viyana müziğinin zerafet ve uçarılığı ile bir arada yaşadığı Schlechter oyunlarına bakmaktan hala bir haz duyacağız...

(*Richard Reti, Satrançta Büyük Ustalar ve Modern Görüşler ceviri: Ali Karatay)



5 Kasım gecesi kazananın kaybettiklerini , kaybedenin de kazandıklarını görebilmesi dileğiyle...

Saygılarımla
Ara
Cevapla


Bu Konudaki Yorumlar
Kazanırken kaybetmeyi, kaybederken kazanmayı bilmek... - Yazar: Erşan Gökerman - 20-10-2012, 04:01
[Konu Başlığı Yok] - Yazar: ŞAHMAT - 20-10-2012, 20:13



Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi