Satranç ı bırakmak !!!
#1
herkese selamlar.

bir kaç ay önce asem ( antalya satranç eğitim merkezi ) de fikri dedeyle ( fikri öztürk ) maç yapıyordum . kendisinin yaşı sanırım 70 civarı ve satranç a sene lerini vermiş birisi. satranç oynarken bi yandanda muhabbet ediyorduk . bana satranç ın çok yarartlı bir spor olduğunu ama bi yerden sonra bırakılması gerektiğini söledi.. zeka yı bi yere kadar geliştirdiğini annattı ve o yer den sonra oynamanın zaman kaybı olduğunu söledi.satranç çalışmak yerine derslerine çalış dedi. yada bilmiyorum ben belkide böle anladım .

siz ne düşünüyorsunuz ?
Ara
Cevapla
#2
fikri dedenin söyledeiklerine katılmıyorm çünkü satrançı bir yaşam tarzı olarak düşünmek gerekir tabi onun kastettiği sey tam olarak o değil sana satrancı derslerini ihmal edecek kadar cok üzerine gitmemen gerektiğini söylemeye calışmış kesinlikle doğru bu bence derslerini ihmal etmeden satranca ne kadar zamana ayırabiliyorsan o kadar iyi bu yaşlarda
siteye geç üye oldum herkese selamlar
Ara
Cevapla
#3
SATRANÇ ÜZERİNE BİLGİSİZCE BİR SÖYLEŞİ
(Satranç Dünyası Sayı: 5 Şubat 1985)

AZİZ NESİN

Bunlar, satranç bilmeyen bir insanın satranç konusunda söyleşisidir. Bir insanın bilmediği bir konuda konuşması, bildiği konuda konuşmasından daha kolaydır; çünkü bilmediğimiz konuda bilgisizliği yürekliliğiyle konuşuruz. Oysa bir konuyu ne denli çok biliyorsak, içimizde o denli çok eksiklik ve yanılgı kuşkuları vardır.

Satrancı ne kertede bilmediğimi bir olayla anlatayım. 1967 yılında çolukçocuk Moskova’daydık. Bir otel dairesinde kalıyoruz. Şimdi biri ABD’de bir üniversitede matematik hocası, biri de Türkiye’de bir yayınevi sahibi olan iki oğlum, Ali’yle Ahmet, biri onbir, biri on yaşında. Otelde durmadan yaramazlık yapıyor ve kavga ediyorlar. Anneleri de iyice bunalmış. Ne sustan, ne durdan anladıkları var. Bir süre olsun susturabilmek için bir kurnazlık düşündüm; onlara satranç öğretecektim.

Otelin lobisindeki mağazalardan birinden bir satranç takımı satın aldım, Koydum önlerine;

- İşte satranç, oynayın!

- Nasıl oynanır? Diye sordu Ali.

- Hah, şimdi tuzağa düşmüşlerdi.

İyi ama, nasıl oynandığını ben biliyor muydum? Ne biliyor, ne de bilmiyor sayılırdım. Bütün kağıt oyunlarını (iskambil, altmışaltı, prafa, poker, otuzbir, papazkaçtı, briç vb.) tavlayı, beştaş, yeditaş gibi oyunları ve benzerlerini, her oynayışımda yeniden öğrenmişimdir. Oynarken ancak o sıra oynayacak ve hep yenilecek denli öğrenir, sonra unuturum. Bu oyunları beş on yılda bir, her oynayışımda yeniden öğrenmek zorunda kalırım. Neden böyle olduğu çok şaşılası bir şey. Bu oyunlara önem vermediğimden mi, belleğimin bu yanının zayıflığından mı, yoksa oyunlarda geçen zamanımı yaşamdan saymadığımdan mı?

Oğullarıma satrancı öğretmeye kalkışırken, en son otuz yıl önce oynadığım satrançta, piyadelerin ilk kalkışta bir mi iki mi kare ilerleyeceğini, süvarilerin kaleleri nasıl atladığını, topçunun mu kalenin mi çapraz yürüdüğünü, vezirin her yana birden nasıl gittiğini zorlukla anımsamaya çalışıyordum. Her ne olursa olsun, yeryüzünde hiç olmadık bir biçimde satranç oynamayı öğrettiğim iki oğlum, satranç tahtasının üstüne eğilmiş ve susmuşlardı.

Az sonra, rahmetli Ekber Babayev geldi. Ali’yle Ahmet’in ne yaptıklarına baktı, baktı, ne oynadıklarını anlayamadığı için,

- Siz ne yapıyorsunuz , öyle? diye sordu.

Ali,

- Satranç oynuyoruz... dedi.

- Allah Allah! Kim öğretti size?

- Babam...

- Babanız size satrancı tavla oynar gibi öğretmiş.

Babayev gülmekten koltuğa yıkıldı. Sonra çocuklara, satrancın nasıl oynanacağını öğretti, onlarla satranç oynadı. Ahmet satranca ilgi göstermedi. Ali’yse tersine, satranca büyük ilgi gösterdi. Birbuçuk ay kaldığımız Sovvetler Birliği’nde, her gittiğimiz yerde, oynayabileceği kimi bulduysa onunla satranç oynadı. İstanbul’a dönüşümüzde satranca ilgisi sürdü. Okuduğu Saint Joseps Lisesi’nin satranç kulübüne girdi. Satranç kitapları okudu, dersleri aldı, yarışmalara katıldı, küçük başarılar da kazandı.

İşte o zaman oğlumun bu satranç düşkünlüğünden korkmaya başladım ve onu satrançtan soğutmanın yollarını araştırdım.

Niçin oğlumun satrançtan uzaklaştırmak istediğimi yine bir olayla anlatayım. İkinci Dünya Savaşı içinde Trakya’da çadırlı ordugahtayız. Ben teğmenim. Satranca aşırı düşkün bir generalimiz var. Emir subayı da çok iyi satranç bilen, olağanüstü gülmece duyarlılığı olan bir yüzbaşı. General, çok iyi satranç bildiği için mi bu yüzbaşıyı kendine emir subayı yapmış, yoksa rastlantı mı bu bilemiyorum.

Gece gündüz, çadırda yolda, paydosta molada, nerde olursak olalım, işten ve görevden her fırsat ve ara buldukça general emir subayını çağırır, hemen satranç oynarlardı. Çok iyi satranç oyuncusu olan yüzbaşı, satrancı iyi bilmediğini söylediği generale hep yenilirdi. Bir söyleşimizde generale neden hep yenildiğini şöyle açıklamıştı:

-Kimileri vardır, satrancı meydan savaşı sanırlar. Satranç oynamakla, düşman ordusu karşısında strateji uygulamayı bir tutarlar. Ha satrançta yenmişler, ha düşman ordusunu yenmişler. Yenince, savaşta utku kazanmış gibi sevinirler. Yenilince de yıkılırlar. Bizim general de böylelerinden.

İşte bu zeki ve gülmece duyarlılığı olan yüzbaşı, o günlerin zor koşulları altında iyi yürekli generalimizi sevindirmek için, her satranç oyununda generale bir meydan savaşı kazandırsın diye yenilirdi. Pek seyrek olarak da, bize önceden söyleyip generali üstüste mat ettiği de olurdu.

Sonraları, satranç oyununu bu general gibi alanları çok gördüm. İyi satranç oynamayı ve satrançta yenmeyi bir zeka üstünlüğü sayıyorlardı. Örneğin şöyle düşünüyorlardı: On satranç oyununda yedi kez yenen, yenilene göre ondayedi daha zekidir.

Oysa böyle bir değerlendirmenin gerçeğe uygun olduğu kanısında değilim. Bence satrançta on kez yenilenin, yenenden daha zeki olma olasılığı bile vardır.

Üstün zeka ile iyi satranç oynama arasında doğru orantı olduğu düşüncesi –ki bence yanlıştı- bende satranca bir tepki uyandırdı. Zekayı geliştirmek ve zeka alıştırmaları için satranç oynamak gerektiği düşüncesine karşıyım. Böyle düşünenler içinde, günlerinin uzun zamanını satranca ayıranlar çoktu.

Matematik kafası olanların her türlü oyuna aşırı tutkunlukları olduğunu ve alışkanlıklara kolay kapıldıklarını, yaşam deneyimlerinden –görerek, yaşayarak- biliyordum. Oğlumun, kendisine belli etmeden, satrançtan uzaklaştırmak değil, satrançdüşkünlüğünden kurtarmaya çalışmamın nedeni buydu.

Moskova’da Gorki Parkı, çok büyük bir kültür parkıdır. O parkta aşağı yukarı kırk-elli metre uzunluğunda yanyana konulmuş masalar gördüm. Yaşlı ve yaşlıca insanlar karşılıklı oturmuş satranç oynuyorlar, ayaktakiler de oynayanları seyrediyorlardı. Bunlar, emekli olmalıydılar. Bu görünüm bana, çok görkemli bir boş zamanı değerlendirme izlenimi verdi.

Ermenistan’ın başkenti Erivan’da da bir kültür parkı vardır. Orda da, yanyana konulup uzatılmış masalarda, tıpkı Gorki Parkı’ında olduğu gibi, oynayanlar ve seyirciler vardır. Gorki Parkı’ndakiler, koyu sessizlik içinde oynar ve seyrederlerken, Erivan Kültür Parkı’ndakilerin gürültü ve patırtıları, şamataları uzaktan duyuluyordu. Çünkü Gorki Parkı’ndakiler satranç, Erivan Parkı’ndakiler tavla oynuyorlardı ve üstelik argosuyla, ağdalı deyimleriyle, tatlı şakaları ve iğnemeleriyleTürkçe olarak...

Ruslar satrançta birkaç dünya şampiyonu çıkardılar ya... Sanırım, bir Amerikalı dışında, satranç şampiyonlarının hemen hepsi Rus. İşte bu şampiyonlardan birinin –adını söylerseniz anımsarım- Moskova TV’sinde oldukça uzun, yaşamından bir belgesel filmini seyrettim. Dünya satranç şampiyonunun zamanını nasıl geçirdiğini, evini, eşini, çocuğunu, konuklarını gösteren bir belgesel film... Bi filmi seyredince kendi çocuklarımdan birinin –soyumdan gelen ya da Vakıf çocuklarımın- dünya satranç şampiyonu olmasını isteyip istemeyeceğimi düşündüm. Bu soruyu lütfen siz de sorun kendinize. Sanırım, çoğunuz çok istersiniz böyle bir başarıyı. Ama benim yanıtım:

-Hayır!

Öyleyse bu satranç dergisine bu yazıyı niçin yazıyorum? Ben satrançtan yana mıyım, satranca karşı mıyım? Bu sorunun yanıtını da yine bir olayla açıklayayım.

Sanırım, biliyorsunuz, yoksul çocuklar için kurduğum bir Nesin Vakfı var. Şı sıra Vakıf’ta on çocuğum yaşıyor. Bunlar, İlkokul üçüncü sınıftan, lise son sınıfa dek öğrenci.

Vakf’ın onbeş dönümlük bahçesinde ikisi kuyu başında, biri havuz başında, biri de çardak altında olmak üzere betondan yapılma masalar var. Bu masaların üstüne, Vakıf çocuklarımla birlikte satranç kareleri boyadık.

Bundan başka, Vakf’ın yedi yapısından büyük yapının salonlarından biriyle koridorlarından birinin döşemesine yere karolar döşettik. Bu karolardan dört ayrı yerde satranç oyun yeri yaptık.

Kullandığım cam ilaç şişelerini, teneke ilaç kutularını atmam, biriktiririm. İşte bu ilaç ambalajlarından satranç piyonları yaptık. Ambalaj kutularının, şişelerin büyüklüklerine göre, piyadelerimiz, topçularımız, süvarilerimiz, kalelerimiz , vezirlerimiz, şahlarımız oldu. Bunlarla, satranç karelerine boyadığımız boyadığımız beton masalarda çocuklarımız satranç oynayacaklar. Yere döşenmiş satranç karoları için de, tahtadan büyük boy piyonlar yaptıracağım, orda da satranç oynayacağız.

Oynuyoruz, demiyorum, oynayacağız diyorum hep. “Kaçmaktan kovalamaya zaman” bulamadığımız için dahaca oynamıyoruz, ama çok yakında oynayacağız. Ne var ki, bir zamanlar Ali ve Ahmet oğullarıma tavla oynar gibi öğrettiğim satranca benzemesin diye, Vakıf çocuklarıma satrancı ben öğretmeyeceğim, bir uzmanı öğretecek.

Peki, sonuç yine de açıkseçik ortaya çıkmadı: Satrançtan yana mıyım, satranca karşı mıyım?

Biraz daha sürdürelim söyleşimizi. ABD’deki oğlum Ali’nin bir kızı oldu. Aslı... Torunum, daha on aylık. Ali bana yolladığı mektuplarda Aslı’ya çok küçük yaşında satranç öğreteceğini yazıyor. Bana da sık sık, Vakıf çocuklarına satranç öğretmemi salık veriyor.

Ali haklı. Dediği gibi yapacağım. Vakıf çocuklarım, bu ilkyaz satranç öğrenecekler ve oynayacaklar. Niçin? Satrançta yenenin daha zeki olduğunu sansınlar diye değil. Satrançta yenerlerse, düşman ordusunu yendikleri, meydan savaşı kazandıkları sanısına kapılsınlar diye hiç değil; dünya satraç şampiyonu olmak için günlerinin üç-beş saatini satranca versinler diye de değil.

Öyleyse niçin?

Satrancın çocuk eğitimine ve önemli bir yeteneğin gelişmesinde çok büyük bir işlevi ve etkisi olduğuna inanıyorum. Çocukların, hele günümüzde, en büyük eksikliklerinin, dikkatlerini belli bir konu üzerine uzun bir süre yoğunlaştıramamaları olduğunu gözlemliyorum. “Hele günümüzde” diyorum, çünkü günümüzde dikkatleri dağıtacak şeyler gittikçe ve hızla artıyor: Bütün görsel ve işitsel araçlar, kentlerin patlayan gürültüleri, yaşamın sıklaşan anlık süprizleri vb. Salt çocuklar değil, toplantılardaki söyleşilerde büyüklere de dikkat edince görürüz: Belirli bir konu üzerinde, konuyu dağıtmadan, daldan dala sıçramadan, o konuyu derinlemesine -çok değil örneğin onbeş dakikacık- konuşabilen insanların sayısı o denli azdır ki... Oysa zihinsel başarı, ancak belli bir konu üzerinde beyinsel melekelerin yoğunlaşıp odaklaşmasıyla olabilir ancak. Karanlıkta yüksek voltajlı bir spot lambasının belli bir yeri aydınlattığı gibi, zihin de bütün gücüyle belirli bir konu üzerinde odaklaşabilirse ancak o zaman o konu bütünüyle kavranır ve ancak o zaman düşünce eylemi yetkinlikle gerçekleşir.

Zihni, dolaylara dağıtıp sıçratmadan, belirli bir konu üstünde odaklaştırma alıştırmasını en iyi gerçekleştirebilecek, bu alışkanlığı sağlayacak araçların başında, bence satranç geliyor. Zihni dağınık, belli bir konuya yoğunlaşma alışkanlığı olmayan, uzun süre belli bir konu üstünde düşünemeyen çocuklara, satranç alışkanlığıyla, bu melekeleri kazandırabiliriz.

Günün birinde seksen Vakıf çocuğum olduğunda -o günü görmesem bile- içlerinden birinin şampiyon olmasındansa, sekseninin de iyi düzeyde satranç oyuncusu olmalarını işte bunun için isterim.

Bir kuralım –hatta yasam- var, söyleyeyim: “Hiçbir şey kendisi için kendisi olmamalıdır...” Herşey, başka birçok şeyler içindir, öyle olmalıdır. Bu başka şeyler den biri, en başat olanıdır. Bana göre satranç da salt satranç için olmamalı, daha başka şeyler için olmalıdır, bu daha başka şeylerin en başat olanı da, zihni belirli bir konuya odaklaştırma alışkanlığını kazandırmaktır.

İşte satranç bilmeyen bir yazarın, satranç konusunda bilgisizce ve bilgisizce olduğu için de yüreklice bir söyleşisi...

Bilmem, böyle bir yazının satranç dergisinde yayımlanması doğru olacak mı?

Nişantaşı

12 Ocak 1984
Ara
Cevapla
#4
Tuz bir zehirdir!
Tartışmanın tadı gelsin, benim de tartışmada birazcık tuzum olsun.
Evet tuz yanılmıyorsam kimyasal olarak zehir grubundandır. Niye yiyoruz?
Satranç bir çeşit tuzdur örneğin desem,(...)... :roll:

(Abidin alıntı-yazın harikaydı. Yusuf sana da teşekkür ederim. Foruma layık bir konuydu...)
Cevapla
#5
teşekkür ederim.

sabri abi ama aynı konuşmada "sizler için üzülüyorum " filan da dedi yanlış hatırlamıyorsam...o konuşmadan sonra kendi kendime düşünmeden edemedim. acaba bırakmalımıyım ? gerçekten zamanımı boşamı harcıyorum acaba die.. tamam satranç benim bir çok alanda gelişmemi sağladı . en önemlisi sayısal zekamın birazdaha geliştiğini düşünüyorum ..
ama acaba satranç ın bana hala yararı varmıdır , yoksa artık boşuna mı oynuyorum die düşündüm kendi kendime.
Ara
Cevapla
#6
öncelikle ewet satrancın zekaya çok katkısı vardır. ama fikri dedenin dediğini gibi bir yere kadar zekanın gelişimine yardımcı olabilir. sadece bu konu hakkında haklı olduğunu düşünüyorum. çünkü satranç sadece zekayı geliştiren bi oyun değil. örneğin çeşitli turnuvalara gitmek yeni insanlarla tanışmak, hatta yabancı insanları görmek açısından da satrancın çok büyük yararı vardır. bu yaşınız ne kadar ilerlese de etkisini sürdürecek bir yarardır. bu anlamda eğer satrancı sadece bi oyun olarak görüyorsanız bırakın derim; ama size kişilik açısından da birçok yararını görüyorsanız hiç bir zaman bırakmamınızı öneririm.
saygılarımla...
Ara
Cevapla
#7
hayat bir bütün satrançta bunun küçük bir parçası belki bir çok uğraşa nazaran satranç bize daha kolay geldi takıldık kaldık zaman içerisnde kendi kişiliğimizde bir sığınak noktası oluşturdu sorunlarımızı bir kenara atıp satrancı bir telkin edici madde şeklinde kullandık.sizce bu ne kadar doğru?
her yaş döneminin kendine göre ihtiyaçları vardır
0-5 çukulata paradan daha değerlidir
5-16 arkadaşlar önemlidir
16-24 aşk çoğu şeyden değerlidir
24-36 kariyer ve para endeğerlidir
36-50 kendin olma lüksünü yaşamak en değerlisidir
50 ve üstü için sağlık en büyük hazinedir

şimdi elinize bir çukulata alıp herhangi bir çocuğa sorun....... Big Grin

fikri dede : ben sana yürekten katılıyorum
yenersatranc.com
Ara
Cevapla
#8
Güzel yaklaşım!!
Satrancı eğer ki sorunlardan uzaklaşmak, hayattan ve zorluklardan kaçmak için kullanıyorsak; başka bir deyişle satranç bizim hayatımızdaki güçlü olabildiğimiz sınırlı birkaç arenadan biriyse durum artık tehlikelidir..
Çocukken sevgililerimden biri veya birkaçı beni terk ettiğinde böyle sığınaklara ihtiyaç duyardım..Şimdi başkaları benden dolayı sığınaklar inşa etsin; çünkü kaçarak hiçbir şey kazanılmıyor..Peşinden koştuğumuz için yitip gidenler dışında..

Saygılarımla...
Ara
Cevapla
#9
Sonuna bir ünlem koyarsak, başlık bir komut tümcesine dönüşüyor; "Yabancılaşma!" Ünlemsiz olarak ise felsefi bir kuramın adıdır.

Hiç bir şeye yabancılaşma! İşine ,aşına, eşine, kendine asla yabancılaşma!

Marks'a göre insan doğaya yabancılaşarak toplumsal yaşamı oluşturdu. Daha sonra ise insan kendi doğasına yabancılaşmaya başlayınca da toplumsal değerlere karşı yabancılaştı.

Biraz işin türkçesini konuşacak olursak, "amaçlarla araçların yer değiştirmesi" demektir yabancılaşma. Söz gelimi bir çok insan rakı içmeyi sever. Ama onlardan hiç biri rakı içmek için oturmaz masaya. Muhabbet için oturulur, rakı muhabbetin mezesidir. Yok eğer, kişi yalnızca rakı içmek için oturuyorsa masaya, o kişi muhabbete YABANCILAŞMIŞTIR!

Afrika'da beyaz adamın biri yamyamın biriyle söyleşiyormuş, demişki; "Biz ikinci dünya savaşında 20 milyon insan öldürdük!"
"Neee?" demiş yamyam, "o kadar insanı nasıl yediniz?" Beyaz adam "Yemedikki öldürdük" deyince Yamyam daha da şaşırmış, "Peki yemiyecektiniz de niye öldürdünüz o kadar insanı?!"...

Yemiyeceği insanı öldürmüyor yamyam. Ya da gereksiniminden fazlasını öldürmüyor. Gereksinimden fazlasını öldürmek YABANCILAŞMADIR!

Kızılderililer de beyazları en çok bu yüzden eleştirmiştir. Beyazlar bufaloları gereksinim dışı katletmişlerdir. Bufaloları beslenmek amaçlı, gerektiğince avlamak insani, doğal, fazla öldürmek ise YABANCILAŞMADIR!

Satrancı neden oynadığını biliyorsan, ne kadar oynaman gerektiğini de bilebilirsin. "Neden" Bu sözcüğü de satranç öğretmiş olmalı! Herşeyde bir neden var. "Nedensiz taş sürülmez!"

Satranç nihayet , kendisiyle birlikte, yaşamı sorgulatıyor sizlere. Benim kendi adıma satrançtan beklediğim en güzel şeylereden biri bu: SORGULAMAK! Sorgulamayı size öğreten satrancı sorgulayarak da başlasanız, ne güzel bir yoldasınız... Bu süreç artık biraz da felsefe zamanıdır! Yaşasın Soru Soranlar! Yaşasın Felsefe!
Cevapla
#10
Yabancılaşmak diyoruz madem,

The Doors-People are strange

İlk duyduğum andan beri vazgeçemediğim bir şarkı..Genelde ingilizce şarkılarda fazlasıyla deyim kullanıldığı için veya sözlerin basitliğinden dolayı pek tat alamıyordum.Fakat bu kusursuz..Neden önceden keşfedemedim..Herhangi bir video paylaşım sitesinde üstte yazdığım şekilde ararsanız bulacağınızı umuyorum..

hoşça kalın..
Ara
Cevapla
#11
hüseyin abi dediklerinize hak veriyorum. satranç hayatı sorgulamak için önemli bi adımdır gerçekten. ama yazınızla ilgili bir kaç soru sormak istiyorum:
'Amaçlarla aracın yer değiştirilmesi' yabancılaşma demişsiniz. Haklısınız; ancak herkese göre amaç ve araç farklılık gösterebilir. Verdiğiniz örnekte bir insan masaya muhabbet için değil rakı içmek için geliyorsa bu onun amacıdır.Belki de hep rakı içmek için oturuyodur sofraya, amacı en başından bellidir yani.O yüzden her ne kadar olumlu bi davranış olmasa da yabancılaşma değildir haksız mıyım?
Yabancılaşmak Marx'ın da belirttiği gibi merak ederek, birçok soruna çözüm bularak ilerlemedir.Bu anlamda yabancılaşma elbetteki olumlu bir işlevdir(bence). Nitekim de öyle olmuştur.
Sanırım siz yabancılaşmanın olumsuz yönlerini vurgulamışsınız (insanları boş yere öldürme gibi); ama bence olumsuz yönden çok, olumlu yönleri de vardır diye düşünüyorum.
her şeyde bir neden olması gerekir haklısınız; fakat herşeyin nedeni bilinemiyor, bu yüzden de şüphe ve merak duygusu oluşuyor. insan da bu yüzden yaşıyor bence, neden sorusuna tam bi cevap bulsa neden yaşar ki?
Satrancı neden oynadığımı bilmediğimden dolayı oynadığımı düşünüyorum. her ne kadar satrancın faydalarını bilsek de acaba o faydalar için mi oynuyoruz?
saygılarımla...
Ara
Cevapla
#12
Sena arkadaşın güzel soruları ve konuya gösterdiği ilgi için teşekkürler.
Tartışma bilinenlerle yapılır. Bilinmeyenler de tartışılabilinir. Ancak bilinmeyenleri tartışır ortaya çıkarmaya çalışırken bilinenleri veri olarak kullanırız. Bu veriler çoğunluk tarafından kabul görmüş, zamana direnç göstermiş, deneylerle olumlanmış bilgilerdir. Bu bilgilerin ışığında, onların kılavuzluğunda bilinmeyenleri araştırabiliriz.

İçki içmek belki itici bir örnek ama “teşbihte hata olmaz”, içki kültüründe içki, amaç değil, araçtır. Masaya yalnızca içki içmek amacıyla oturan insan bu kültüre yabancılaşmış biridir. Tartışmamız açısından “kaideyi bozmayan istisnayı” oluşturur. Elbette, amacı salt içki içmek olan bu insan kendisi açısından yabancılaşma içinde değildir. Bu kişinin bu eylemi anında, içkiden çok muhabbete katılması, onun için bir yabancılaşma olacaktır.

Yabancılaşmanın iki yönü vardır. Birinde kişi kendini tanır, bilir, ve dış dünyasını kendine göre değiştirmeye çalışır, ikincisinde ise kendisinin farkında değildir, kendisini dış dünyaya uydurmaya çalışır, hatta çalışmaz, dış dünya onu kendisine uydurur. Birinde kendisi için yaşar, diğerinde el için yaşar.

Kendini bilen, kendisinin farkında olarak, dünyayı ve olayları kendi yararına değiştirmeye çalışan insanın eylemi, dünyaya ve olaylara yabancılaşmadır ve bu olumlu bir eylemdir. Bu eylem her ne kadar yabancılaşma ise de, daha çok “yadsıma” sözcüğü ile ifade edilir. Yadsıma yabancılaşma eyleminin olumlu, yararlı yönüdür.

Olayların rüzgarında savrulan, yönünü belirlemekten yoksun insan tipi ise, yabancılaşma olayının olumsuz tarafındadır ve bu insan yadsıyan değil, yadsınan insandır. İşte; “yabancılaşma” sözcüğü günümüzde daha çok, yabancılaşmanın olumsuz yönünü ifade etmek için kullanılmaktadır.

Örneğin, savaşan, sömüren insanlık, barışan, paylaşan insanlığa yabancılaşırken
Barışan, paylaşan insanlık da savaşan, sömüren insanlığa karşı yabancılaşma içerisindedir.
Savaşanların eylemi “yabancılaşma” terimiyle ifade edilirken, barışanların eylemi “yadsıma” ile ifade edilir.
Benim anlatımlarımda, “yabancılaşmanın” olumsuz yönlerinin öne çıkma nedeni de budur. Yani tartışmayı biraz daha derinden “sürdüğümüzde”, Sena kardeşimizle çelişmiyoruz, aynı şeyleri söylüyoruz.

Yeniden satranca dönersek:
Bütün satranççıların ülke ya da dünya şampiyonu olma olanağı yoktur. Basit bir atasözüyle, “iki kişi bir ata binince, birisi arkada oturur”, milyonlarca kişinin bindiği “satranç atında” kaç kişi öne oturabilir ki? Bu anlamda, bu yolda kendini tanımış bir satranççı, kendisine koyduğu teşhis ile bir dünya şampiyonu olacağını düşünüyorsa, bir gün içinde "25 saatini" satranca verebilir, bu bir ölçüde hoş görülebilir. Tüm şampiyonların hayatında, şampiyonluğun göz kamaştıran ışıltılarının yanı sıra pek göze çarpmayan dramlar da yaşanmaktadır. Mahrumiyetler, diyetler, yasaklar, adeta işkence gibidir. Evet şampiyon olarak olayın bu yönü baskılanabilir, göze alınabilir. Ancak şampiyon olamayacağını bildiği halde, hayatını şampiyonların mahrumiyetlerine gark eden bir satranç oyuncusu, kendine yabancılaşmış, şampiyonların rüzgarında kendini kaybetmiş demektir. Zenginin malının züğürdün çenesini yorduğu gibi, şampiyonların başarıları da “yabancı satranççıların” ömrünü yoracaktır.

Pekiyi, bırakalım mı satrancı? HAYIR!
Yaşlıların alzeimer tedavisinde, hiper aktif çocukların iyileştirilmesinde yararlı olduğu ortaya çıkmış, SATRANÇ OYNAYAN ÇOCUKLARIN OYNAMAYAN ÇOCUKLARDAN % 25 DAHA BAŞARILI OLDUĞU istatistiklerle saptanmış iken, tarih boyunca dünyaya önderlik etmiş devletlerin toplumsal yaşamında satranç mutlak şekilde kendini göstermişken, niye bırakılsın ki satranç? Yaşam boyu spor ilkesi doğrultusunda, hepimizin yaşamında yer almalıdır. Hangi tutkuya kapılırsanız kapılın, yeter ki tutkularınızın kölesi olmayın.
Qrianna Fallaci “Bir İnsan” adlı romanında şöyle diyordu: “alışkanlık en sinsi hastalıktır, yavaş, yavaş sarar insanı ve sonra teslim alır”… Tarih boyunca insanı insan yapan ise verili koşullara teslim olmayışıdır!

20 yaşında sevmiştim Yunus Emre’yi:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır”

30’lu yaşlarda bir başka sevdim.
47 Yaşındayım. Bugün çok başka seviyorum Yunus’u… İnsanın ilk okuduğu kitap, ellerinden başlayarak kendi bedeniydi, son okuyacağı kitap ta kendi bedeni olacaktır. “bir kum tanesinin sırlarını çözebilseydik evrenin sırlarını çözebilirdik” diyor Einstein. Biz kendimizin sırrını çözebildik mi? Onu bunu değil, kendinizi tanıyor musunuz? Kendinizi tanıdığınız gün yalnızca satrancın değil, yaşamınızla ilişkilenen her şeyin, ekmeğin, tuzun, tutkunun, bezin size ne denli gerekli olduğunu saptayabileceksiniz…

Sena kardeşin son sorusuna yanıtla sonlayalım: Tüm nedenleri bilebilseydik, bu kez nedensizliklerin üstüne gitmek yeni nedenler olurdu. Bir dostum demişti: “Olmasaydı binlerce derdim/ ben dertsizliği kendime/ dert ederdim”…
Cevapla
#13
formda yazılanlar çok güzel herkesi tebrik ederim gayet neşeli bir ortam olmuş diğer frumlarda birbirlerini yiyorlar nedeni gayet açık kendini gösterme ego tatmini yoksa neden nokta ile virgülle uğraşın biz burda matematiksel formüller yazmıyoruz subjektif özellikte düşüncelerimizi ortaya koyuyoruz. herkese sevgi başarı ve sağlık dolu günler diliyorum.
sanırım aralıksız 3 yıldı yoğun bir şekilde öğrenci yetiştirmekle uğraşıyorum yoruldum biraz dinlenmeye ihtiyacım var o yüzdendirki kısa bir ayrılık satrancı tekrar özlememe neden olur.
yenersatranc.com
Ara
Cevapla
#14
fikri abi bizim satranc toplulugunun genarellerindendir.fakat alaylı genarelerimizdendir. bu yüzden satranc egitimi biraz eksik kalmıştir. satrancı mekanik olarak algılamıştır.halbuki satranc mekanik degil dinamik yani diyalektik bir olgudur. bu yüzden yaşamsaldır.fikri abinin bunları anlama olasılıgı yoktur.aslında emekli olması gerekirken muazzaf subayım diye geziniyor.işleri idare edemeyincede satrancı bırakın diyor .kendisine saygılar sunuyorum bir jübile düzenlerse ben sponsor olurum.

ikinci konu sevgili aziz nesin de dahil bir çok arkadaş satrancın zeka geliştirme yönü üzerinde durmuş. halbuki satranc zeka geliştirmekten ziyade zekayı kullanmakla ilgilidir. zeka kullanmakta çok yönlü bir düşünce- davranış bicimidir.planlamanın enyükseginden tutunda en hızlı davranış şekline, saygı görmeye ,saygı göstermeye ,heyacanı yenmeye, hataları görmeye, yeniden düzenleyebilme kabiliyetine kadar çok yönlü bir iştir . konuya birazda bu yönleri ile bakılmasını öneririm. mutlaka insanın kendini yeniden üretmesi görev ve çabası unutulmadan. sevgi ve saygılarımla.
Ara
Cevapla
#15
Merhabalar

Başından sonuna kadar konu hakkında yazılanları sonuna kadar okudum.
Konu ile ilgili değil ama affınıza sığınarak tartışma düzeyindeki kaliteyi çok beğendiğimi belirtmek istedim sadece.
Umudun azaldığı bir noktada seviye ve kalitenin ispatı ancak bu kadar olabilir.
Umudum artı.
Herkesi kutluyorum.

Saygılar
Ara
Cevapla
#16
Merhaba Telat Hocam, öncelikle forumumuza olan ilginiz için çok teşekkür ederim, aramıza hoş geldiniz.Güzel yazılarınızı bizimle paylaşmanız dileğiyle...
Saygılarımla
FI-NA İhsan KILIÇ - Siirt
Cevapla




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi