Satrancı Türklerin Yarattığına İki Gösterge
#19
Tarık bin Ziyad ve diğer konuları daha sonraya bıraktım. Hernekadar Tarık bin Ziyad, Türk tarihinin bir öğesi olsa da, bu yazı, yalnızca satranç tarihi ve satranca ilişkin Türk tarihiyle ilgili olacak.

İçindekiler:

A) Türk Tarihinden Konuyla İlgili Birkaç Kısa Kesit

1) Türkler Göçebe Değildir
2) Hindistan'da Türkler
3) İran'da Türkler
4) Çin’de Türkler


B) Satrancı Kimin Yarattığına İlişkin Göstergeler

1) Kazıbilim Buluntuları
2) Yazılı Belgeler
3) Çaturanga Sözcüğünün Kökenbilgisi
4) Oyunların Evrimi ve Çeşitliliği
5) Satrancın, Türklerin Kaşgar Şehri Dolaylarında Doğduğu Kuramı
6) Satrancın Bir Savaş Oyunu Olması
7) İlk Satranç Makinesi Olan “Türk” Konusu
8) Savaş Felsefesi Açısından İki Gösterge: Erlerin Geri Gitmemesi Ve Satranç Taşlarının Dizilimi
9) Endülüs Öncesi Avrupa’da Satranç

C) Soyut Satranç Takımlarının En Ünlüsü ve En Yaygın Olanı
Ç) Türk Destanlarında Satra
D) Özet
_____________________________________________


A) TÜRK TARİHİNDEN KONUYLA İLGİLİ BİRKAÇ KISA KESİT


1) TÜRKLER GÖÇEBE DEĞİLDİR

Tüm tarih yalanları içinde, Türklerin göçebe olduğu kadar büyük ve gerçeğe düpedüz aykırı bir yalan yoktur. Dünyanın ilk şehirlerini Türkler kurmuştur. Bu konuda aklıma ilk gelen birkaç şeyi yazayım:

a) Tüm Türk coğrafyalarında şu ana kadarki kazılarda birçok şehir bulunmuştur. Bunlar, yeryüzünün bilinen ilk şehirleridir. Daha fazlasının varlığı da bilinmektedir, bunların yerleri tam olarak belirlenmeye çalışılmaktadır.

b) Tarımı ilk yapan ulusun Türkler olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca dilbilimciler, Türkçe'nin, göçebe değil, yerleşik yaşamda tarım yapan bir ulusun yarattığı bir dil olduğunu ortaya koymuştur.

c) Bilgisayarcılar dünya dillerini programlamaya çalışır. Bir profesörümüz, bir konuşmasında bu konuya şöyle değinmişti: "Dünyada programlanabilmiş ilk ve tek dil Türkçe'dir. Bu da Türkçe'nin ne kadar matematiğe ve mantığa dayanan bir dil olduğunu gösterir". Dediği doğruydu. Ama aynı kişi, konuşmasının ilerleyen bölümünde, "Atalarımız bu dili at sırtında yaratmış" demek mantıksızlığına da düşmüştü. Biz kendimizi aşağılamaya çok meraklıyızdır, ama dünya dilbilimcileri Türkçe'nin hayranıdır. Bir yabancı dilbilimci "Türkçe sanki Türk toplumun en seçkin kişilerinin yarattığı, üstün bir dildir" demiştir, diğer bir yabancı dilbilimci bunu söyleyen kişiye gönderme yaparak "Yanılıyor, çünkü bir toplumun en seçkinleri bile böyle üstün bir dil yaratamaz" demiştir, bir diğeri de "Türkçe sanki Tanrıların yarattığı bir dil" demiştir. İşte böyle bir dil, herhalde at sırtında yaratılamaz. Dünyanın en üstün dili olan, dolayısıyla insanlığın gelmiş geçmiş en büyük yapıtı olan Türkçenin kendisi, Türklerin göçebe olmadığının başlıbaşına bir kanıtıdır.

ç) Hemen aşağıdaki resimlere bakınız. Bunlar, Türk madenceliğinin ve incelikli sanatının yalnızca birkaç örneğidir:
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...=520%2C550
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...=700%2C703

İşçilikteki ince ayrıntıya odaklanmış olan yukarıdaki maden işinin, tümel fotoğrafı: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...735&type=1

Bu da Altın Elbiseli Adam: http://tr.wikipedia.org/wiki/Alt%C4%B1n_elbiseli_adam. Okuyacağınız gibi, elbisede kullanılan iplik, altındır. Yani Türkler, gördüğünüz elbiseyi, altını iplik haline getirmiş de dikmiştir. Yakın zaman önce bu elbisenin kadın giysisi biçimi de bulundu.

Hiç tartışmasız, dünyanın ilk ve en önemli maden işlerini verenler Türklerdir. Maden ocaklarının at sırtına yüklenemeyeceği, ve bu işçiliklerin at sırtındaki göçebelerce yapılamayacağı herhalde çok açıktır. Türk madenciliği de tek başına, Türklerin göçebe olmadığının kesin bir kanıtıdır.

d) Roma, Atina, İstanbul, Pekin (Asıl adı Hanbalık'tır. İstanbul'daki "bul" da aslında "balık"tan gelir) şehirlerini kuranlar Türklerdir. Hele Roma'nın simgesi olan dişi kurt Asena, tarihin bu gerçeklerinin ayrıntılarını bilmeyenlere bile Türk adını avaz avaz bağırmaktadır.

e) Çin, Hint, Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Avrupa ve Amerika'da uygarlığı yaratanlar, hep Türkler olmuştur. Bu uygarlıklar arasından, birazdan yalnızca, satrancın doğduğu coğrafyalar olarak anılan Hindistan, İran ve Çin’e değineceğim.

f) Yazıyı bulan ve tiyatroyu kuran, Türklerdir. Bunlar da elbette at sırtındaki göçebelerin yapacağı işler değildir.

g) Arapların İslamiyeti yayma adı altında Türk şehirlerine saldırmasının, Emeviler dönemindeki gerçek nedeni, İpek Yolu’nun egemenliğini ve güzelliğiyle hayranlık yaratmış Türk şehirlerini ele geçirmek olmuştur. Bu Türk şehirlerine ilişkin bilgilere, tarih kitaplarından ve dönemin gezginlerinin yazılarından ulaşılabilinir. Diğer tarih ve coğrafyalardaki, hayranlık yaratan diğer Türk şehirlerine ait bilgilere de aynı yolla ulaşılabilinir.

Peki Türkler için “göçebe, barbar, uygarlıktan nasibini almamış” diyen Avrupalılar, kendi şehirlerini ilk olarak ne zaman kurmuştur? Bu başlığa konu olan yazımın üçüncü bölümünde bunu aktarmıştım: Burjuvalar zamanında! Bu tarihle Türklerin ilk kurduğu şehirler arasında en az onbin yıl vardır (sayıyla: 10,000 yıl). Şurası yanlış anlaşılmasın: Fıransızlar, İngilizler, Almanlar, İtalyanlar, İspanyollar gibi bugünün Avrupa uluslarının varlığından önce, Avrupa’da kurulmuş eski tarihli şehirler vardı. Bunlar, kazılarla ortaya çıkarılmıştır, çıkarılmaktadır. Bu şehirlerin kurucuları sıfatı, sonradan oluşmuş olan bugünkü Avrupa uluslarına elbette verilemez. Avrupa’da kurulmuş bu eski şehirlerde yapılan bu kazılarda, Türk kalıntıları bulunmuştur, bulunmaktadır.


2) HİNDİSTAN'DA TÜRKLER

Mahatma Gandi şöyle demiştir: “Hindistan bir anadır. Onun iki çocuğu vardır. Bunların biri Türkler diğeri ise Hintlilerdir”. Hayde, nerden çıktı şimdi bu? Şurdan:

Türkler Hindistan'a girmeden çok çok zaman önce bile Hindistan'da yaşayan çeşit çeşit ırklar ve topluluklar vardı. Gandi'nin "Hintliler" dediği, bunların tümü olsa gerek. Ancak, MÖ 3000'lerde Hindistan'ın kuzeybatısındaki İndüs (Sind) Irmağı bölgesinde görülen Türk uygarlığına kadar, Hindistan'da kaydadeğer hiçbir uygarlık yapıtı görülmemiştir. Bir birlikleri, bir başkentleri, belli bir coğrafi merkezleri bile yoktu. Hindistan'daki bu Türk uygarlığı, Sümerlilerle aynı dönemdedir ve iki uygarlık, heykellerinde görülen insanlara, ilahlara, tartılarına kadar aynıdır. Batılılar tıpkı Sümerlilere Türk demekten kaçındıkları gibi, Orta Asya'dan geldiği kesin olanların Hindistan'da kurduğu bu uygarlığa da Türk demekten kaçınır. Türk demek yerine, "Sümerliler Hindistan'a da gitmiş" derler.

Türklerin Hindistan'a bildiğimiz ilk girişi budur. Daha sonra da sürekli girmişlerdir. Gerçi Avusturalya'da yaşayan, değerli bir araştırmacı Türk olan Ali Erden Sizgek, Hindistan'la ilgili bir konudaki yazışmamızda, Türklerin Hindistan'a giriş tarihinin çok daha eski olduğunu, 40-50 bin yıl öncesine dayandığını, şu şekilde yazmıştı:

________________
Hindistan, özellikle Kuzey-Batısı, Asya’nın içlerinden gelen, Türkçe konuşan kavimden, bırakın bir dili, konuşabilmeyi öğrenmiştir; kelimenin tam anlamıyla insanlık sıfatı kazanmıştır. Bu çağlar, Avusturalya yerlilerinin kıtaya ilk geldikleri zamanlara uzanır; en az 40-50 bin yıl öncesine. Batı Tarihçileri bunları en az üç yüz yıl öncesinden görüp, işlerine gelmeyen Tarih’i örtbas edip düzmece bir Tarih yazmışlar ve halen yazmaktalar.
(...)
Evet, İskender Bey, Hindistan tarihi, Asya’dan inenlerin İndus ve Hindistan coğrafyasında yaşayan, aralarında Avusturalya yerlilerinin atalarının da bulunduğu ve büyük olasılıkla, konuşma yetisi bile olmayan bir takım kitlelere konuşma ve dil (Türkçe), yasalar, toplum düzeni, inanç kavramı gibi o devrin en ileri uygarlığını öğretmeleri ile başlamakta.
________________

Bırahmanlar, Hindistan’a yerleşen Türkler’dir. Yerli halkın kendilerinden çok daha kalabalık olması nedeniyle Türkler, özümlenme tehlikesine karşı varlıklarını koruyabilmek için yavaş yavaş kast sistemini kabul etmiştir. Kendi aralarında evlenmişlerdir. Brahmanlık dinini kurmuşlardır. Sanskritçe, bu Türkler’in oluşturduğu yapay bir dildir. Daha sonraları Türkler de diğer kastlara ayrışmıştır. Örneğin Buda, Brahmanlar’ın olduğu birinci kastta değil, soyluların ve savaşçıların olduğu ikinci kasttaydı.

Buda, Hindistan'da bugün bile yer yer "Türk tanrısı" olarak anılır. Budizmin yayılması da, yine bir Türk devleti olan Kuşhanlar sayesinde olmuştur. Bu arada, Attila'nın kardeşinin gerçek adı Buda'dır (Batılılar Bleda der). Budapeşte adındaki Buda’ya da dikkat ediniz.

Hindistan'a giren Türkler zamanla Türklüklerini yitirmiştir. Raçput adıyla bilinenler hep böyledir. Üstelik de kimliklerini yitirmemek için kast sistemini kabul edip kendilerini ayırmalarına rağmen.

"Hindistan" adı bile Türklerle ilgilidir. Şöyle ki Hindistan'ın asıl adı Hindistan değil, Barata’dır. Hindistan adı, Sind (İndüs) ırmağından gelir ve Türklerin Hindistan coğrafyasında en çok yuvalandığı yerdir. Biraz önce yazdığım gibi, MÖ 3000'lerde Hindistan'da görülen Türk uygarlığı da burada ortaya çıkmıştır. Kısacası Hindistan adı, Hint uygarlığının Sind ırmağı dolayında kurulmasından kaynaklanır. Yani Sind veya Hint adının öne çıkması bile Türkler nedeniyledir.

Bizler, Türk tarihine yabancı bırakıldığımız için, eski Türk şehirciliğini de bilmeyiz. Bu açıdan, Türklerin Hindistan’da Milattan 3000 yıl önce kurduğu şehirler konusunda bir alıntı yapmak, yararlı olacaktır:

____________
Bu Türk uygarlığına ait olan harabeler arasında bulunan Mohencodaro ve Harappa’da kazı yapılmıştır. Bu şehirler ve özellikle birincisi, 2 – 3 katlı 25,000 kadar pişmiş tuğladan yapılmış evleri, dümdüz ve birbirini dik açıyla kesen sokakları, her sokaktaki lâğımları ve birçok diğer eser, alet ve heykelleriyle insanı hayretler içinde bırakmaktadır.
____________


3) İRAN'DA TÜRKLER

İran, bir coğrafya adıdır. Tıpkı “İrlanda” adındaki gibi, başındaki "İr", Türkçe "Er'"den gelir. Eskiden "Eran" denirdi. Aryan sözcüğü de aynı kökten gelir.

Fars (Pers) adı, Türkçe Pars'tan gelir. Bu Türkler de zamanla başkalarıyla karışarak Türklüklerini yitirmiştir ve Fars adlı ayrı bir ulus oluşmuştur. Hernekadar Türk Dil Kurumu sözlüğü, "pars" sözcüğünün Farsça olduğunu yazsa da, tarih sahnesinde daha Persler yokken bile "pars" sözcüğü Türkçede vardı.

Epey dayanaklı bir kurama göre, Türklerin anayurdu, Doğu Anadolu ile Batı İran bölgesidir.

Avrupalıların Haçlı Seferlerine ilişkin belgelerinden öğreniyoruz ki Acem adı, Haçlı ordularını karşılamaya İran üzerinden gelen Türkler için kullanılmaktaydı. Sonraları bu ad da Türklerden Farslara yapıştı.

İran adlı coğrafyayı, bilinen ilk zamanlardan itibaren neredeyse her zaman Türkler yönetmiştir. Türkler bu coğrafyada her zaman çoğunlukta olmuştur, bugün bile öyledir. İran coğrafyasında 1925’ten beri Fars yönetimleri egemendir ve bugünün Farsları; o zamandan beri Türkleri ve Türk şehirlerini Farslaştırmaya hatta Kürtleştirmeye çalışmaktadır. Bu şehirlerin en başında Horasan gelir. İran’da Firdevsi Üniversitesi gibi bazı üniversiteler, Kürt zenginlerden aldıkları paraların desteğiyle, ezelden beri ünlü bir Türk şehri olan Horasan’ın, aslında bir Kürt şehri olduğu propagandasını yaymaktadır. Bir başka deyişle, yalanlara bilim süsü vermektedirler. Bu konuda kitaplar yayınlanmaya başladı bile. Peki neden Farslaştırmaya değil de Kürtleştirmeye çalışıyorlar? Bunun yanıtı yalnızca para değil ve ileriki niyetleri Farslaştırmak. Ancak, ayrı bir konu olduğu için, burada ayrıntıya girmeyeceğim.


4) ÇİN’DE TÜRKLER

Çinlilerin ünlü bir liderinin de dediği gibi, “Çin uygarlığı, Türk uygarlığı üzerine kurulmuştur”. Şöyle ki:

Çin’in siyasal tarihi, MÖ 3000’ler dolayındaki “Beş İmparator” dönemiyle başlatılır. Bunların en önemlisi ve ilki, Fu-Hi’dir. Çin’de bütün kurumlarıyla iyi bir devlet yönetiminin ilk kurucusu kabul edilir. İşte bu Fu-Hi, Kansu vilayetinde doğmuştur ki Kansu, Türklerin en geç MÖ 4000-5000’lerde girdiği ve yerleştiği bir Türk bölgesidir. Kansu’da bugün Çinli sayılan milyonlarca insanın, hâlâ saf Türklük özelliklerini koruduğu görülür.

Çin’deki bu “Beş İmparator” döneminden sonra, “Üç Sülâle” dönemi (MÖ 2202 – MÖ 250) gelir: Hıyalar, Yinler, Çeular. Bu üç sülâlenin kurucuları, Türktü. Bunlar, bugün Çin’de millî kahramanlar olarak geçer. Ancak, bunların ardılları zamanlarında devlet yönetiminde yozlaşmalar yaşanmıştır.

Üçüncü sülâlenin son hükümdarı halef bırakmadan ölünce, beyler arasında hükümdarlık mücadelesi başlamıştır. Bunlar arasından Çenk, diğerlerine üstün gelerek yeni bir sülâle kurdu: Tisin sülâlesi (MÖ 249 – MÖ 201). Bu sülâlenin üyeleri de, yine binlerce yıldan beri Kansu bölgesi beyliğinde bulunan Türk kabilelerindendir.

Bu Çenk, Çin tarihi açısından özellikle önemli biridir. Büyük bir devrimcidir. Çin Seddi’nin asıl kurucusu da Çenk’tir. Çin, Çenk zamanında ilk kez siyasal birliğe sahip bir imparatorluk biçimini aldı. “Çin” adının da “Çenk”ten geldiği söylenir. Çin’deki ünlü “pişmiş topraktan askerleri” bilirsiniz. İşte o buluntular, Çenk’in mezarından çıkmıştır. Aynı türden, yani içinden “pişmiş topraktan askerlerin” çıktığı mezarlar, birkaç yıl önce Orta Asya’da da keşfedildi.

Çenk ve Tisin sülâlesinden sonra, Han sülâlesi dönemi başlar (MÖ 201 – MS 220). Hernekadar adı Türkleri çağrıştırsa da, bu sülâlenin kökenini bilmiyorum.

Han sülâlesinden sonra, yani MS 200’lü yılların başından 1300’lü yılların sonuna kadar Çin’i yine çeşitli dönemlerde çeşitli Türk devletleri yönetmiştir.

Bundan sonra Çin’i 1644’e kadar Ming sülâlesi, 1644’ten 1912’ye kadar ise Çin’e kuzeyden giren Mançular yönetmiştir. 1912’deki cumhuriyetin ilânından beri Çin’i Çinliler yönetmektedir.

Çin’in siyasal tarihi ve bu siyasal tarih içinde Türklerin yeri, böyle. Peki diğer konulardaki yeri? Çin yerlisini Taş devrinden çıkararak uygarlığa ulaştıran, Türklerdir. En eski zamanlardaki uygarlık, Çin’in yalnız kuzey taraflarında görülür. Türklerin uygarlık taşıdığı belki de ilk coğrafya Çin’dir. Çin milletinin oluşmasında önemli etkisi olan ve MÖ 500 dolaylarında yaşayan Konfüçyüs, biraz önce “Üç Sülâle” döneminde adını andığım Türk sülâleri arasından, Yinlerden gelir. Çinli bilinen bir diğer ünlü felsefe ve din adamı Tao’nun gerçek adı, Tan’dır. Konfüçyüs ve Tao’nun Türklüğünü, yakın gelecekte, yerli yabancı daha çok kişi tarafından duyacaksınız. Televizyonda konuşulmaya başlandı bile.

“Çin’de Türk” deyince bunlar dışında aklıma gelen iki şey daha var:

1) Tiyatroyu Yunanlıların kurduğu söylenmesine rağmen, Yunan’dan önce Çin’de görülür. Ancak, tiyatro’yu Çin’e götürenler, yine Türklerdir. 4000 yıllık Türkçe tiyatro piyesleri bulunmuştur. Bunlar, dünyanın bilinen ilk tiyatro piyesleridir.
2) Çindeki Türk piramitlerini duymuşsunuzdur. Bunların bazıları Mısır’dakilerden 2000 yıl öncesine gider. Bugün Çinliler bu piramitlerin bazılarına kimseyi sokmaz, soktuklarında da çekim yaptırmaz. Kimi piramitlerin ise üzerine toprak atarak bu piramitlere “tepe” görüntüsü vermişlerdir. Bunların da kimilerinin üzerinde tarım yapmaktadırlar. Bunlarla ilgili fotoğraflara internetten ulaşılabilirsiniz.

Piramit deyince akla gelen uygarlığa da kısaca değinmenin tam da zamanı. Mısır uygarlığını kuranların, Orta Asya’dan gelip Nil çevresine yerleşen bir kavim olduğunu, Avrupalıların kendileri, en az yüz yıl önce belirtmiştir. Bu kavmin Orta Asya’dan geldiğini belirtmelerine rağmen, Türk adını özellikle anmamışlardır.

Mezopotamya, Anadolu, Yunan, Avrupa ve Amerika’daki uygarlıklara burada değinmedim. Benim ilk olarak altı yıl kadar önce satrancı Türklerin yarattığını düşünmeye başlamamın bir nedeni, Tarih’in bu gerçekleri; ikincisi, Türklerin zekâsını, yaratıcılığını ve savaşçılığını iyi bilmemdir. Süreç içinde, satranca ilişkin daha dolaysız bilgiler edindim. Kalan bölümde bunları okuyacaksınız.


B) SATRANCI KİMİN YARATTIĞINA İLİŞKİN GÖSTERGELER

1) KAZIBİLİM BULUNTULARI

Tarihin ilk satranç taşları, Özbekistan'daki Delverzin Tepe kazılarında bulunmuştur. MS 100'lü yıllara tarihlidir. Yani Hintlilerin çaturangasının başlatıldığından 500 yıl öncesine ait bu satranç taşları, Türk coğrafyasında bulunmuştur (http://history.chess.free.fr/images/pers...in%202.jpg ve http://history.chess.free.fr/images/pers...verzin.jpg). Delverzin Tepe, Kuşhan Türklerinin başkentidir. Hernekadar bu iki taşın satranç taşı olduğu konusunda kuşkular varsa da, yaygın kanı, bunların satranç taşları olduğu biçiminde. Satrancı Kuşhan Türklerinin yarattığını söyleyen bir kuram da vardır ve bu taşlar da bu kuramı destekler niteliktedir. Öğrendiğime göre, Rusların ünlü satranç dergisi 64'ün Kasım 1991 sayısında da, bu satranç taşlarına değinilmiş. Irak’ta ve Hindistan’ın kuzeyinde, satranç taşı olduğundan kuşkulanılan başka buluntular da vardır, ama içlerinden en eski bilineni budur.

Yine satranç taşı olduğundan kuşkulanılan şu taş, bugünkü Çin sınırları içindeki Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde Turfan'ın 30 kilometre güneydoğusunda, İpek Yolu üzerindeki eski bir vaha şehri olan Karahoca’da bulunmuştur: http://history.chess.free.fr/images/pers...hariot.jpg. Tarihi bilinmiyor.

MS 500'lü yılların başına tarihli şu taş da yine yılların bir Türk bölgesi olan Afganistan dolayında bulunmuştur: http://history.chess.free.fr/images/pers...otta-a.jpg. Birazdan göreceğiniz satranç takımının taşlarına benzerliği çok açık.

Şu gördüğünüz buluntular ise bilinen en eski satranç takımıdır: http://history.chess.free.fr/afrasiab.htm. "Tesadüf" o ki yine Semerkand'da, Özbekistan'da bulunmuştur. MS 500'lü yıllar ile en geç 700'lü yılların ortalarına tarihlidir.

Yine Kuzey Afganistan'da bulunan, 500'lü ve 700'lü yıllar arasında tarihli bir satranç takımı: http://history.chess.free.fr/images/pers...%20set.jpg

700'lü ile 900'lü yıllar arasında tarihlenen şu buluntu ise, Karadeniz'in kuzeyinde, Ten (Don) ırmağı çevresinde bulunmuştur: http://history.chess.free.fr/images/pers...rkel-9.jpg. O dönemler, bu bölge, Türklerin yurduydu. Bunların en başında da Hazarlar ve Kumanlar (Kıpçaklar) gelir.

Şu da 800'lü ile 900'lü yıllar arasına tarihli olarak Nişabur’da bulunan satranç takımından bir taştır: http://history.chess.free.fr/images/pers...ok-9th.jpg. Bugünkü İran sınırları içinde kalan Nişabur, Türklerin hep yoğunlukta olageldiği önemli bir şehirdir (Nişabur’daki “bur” ekine dikkatinizi çeker, “Burg” ve “Burç” sözcüklerinin atası olan Türkçe “Bur” kökünü anımsatırım).

İlginç bir bilgi daha okudum. Amerika’da birisi, çok eskilere ait satrançtaşı buluntularını, bir koleksiyoncuya satmış. Taşlardan biri, şu: http://history.chess.free.fr/images/pers...ant2-a.jpg. Bu taşların bu Amerikalıya ve Amerika’ya nasıl gittiği belli değil. Taşların tarihi hakkında da bilgi yok. Satıcının yalnızca, bu taşların Afganistan’ın kuzeyinde bulunduğunu belirttiği biliniyor. Buna rağmen, birisi çıkıp bunları satın almış ve bu taşlar, şimdi özel bir koleksiyonun parçasıymış.

Bu satranç taşları ve takımları, satrancın Farslarca yaratıldığına kanıt olarak sunulmaktadır. Neden? Çünkü o zamanlar bu bölgelerin, İran merkezli Sasanilerin egemenliğinde olduğu söylenir. Öncelikle, bu bölgelerin o dönemlerde de Türk egemenliğinde olduğunu belirteyim. Sasani Devleti, 600'lü yılların ortasında tarihten silinmiştir ve İran'a İslam İmparatorluğu egemen olmuştur.

Aynı İslam İmparatorluğu, Kafkaslar’a da girmek istemiştir, ama Hazarlarla mücadele edememiştir. Hazar-Sasani mücadelesi ise daha da ilginçtir. Nuşirevan, Hazarların akınlarından kurtulmak için, Derbent’te demir kapılı bir set yaptırmıştı. Ama Hazarlar 627’de bu seti aşarak Azerbaycan’a girdi. Buna rağmen Kuzey Karadeniz'de bulunan buluntunun bile bağlantı adresinde görülen "persian" yazısına özellikle dikkat ediniz. Ayrıca Nişabur’da bulunan, 800'lü ve 900'lü yıllar arasına tarihli taşların da 600’lü yılların ortasında yokolmuş Sasanilerle hiçbir ilgisi olmadığına dikkat çekerim.

Bu bölgeler çok açık biçimde Türk bölgeleri olmasına rağmen hiçbir satranç tarihçisi Türklerin adını anmaz. İçlerinde bu kadar basit bir gerçeği görebilecek kadar yeterli bilgiye ve akla sahip tek bir "bilimci" bile olmaz mı? Yoksa Türklerin adının anılmamasının başka bir nedeni mi vardır?

Bir de Selçuklu dönemine bakalım. İşte, Selçuklu dönemine ait satranç takımı: https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...nt_count=1. İlginç olan şu ki bu kez İran coğrafyasına egemen olanların Türkler olduğu çok açık olmasına rağmen, Türklerin satrançla ilişkisi yine anılmaz, yine İran adı öne çıkarılır. Çünkü sözkonusu satranç takımı, İran bölgesinde bulunmuştur. Roller tam tersine değiştiğinde bile mantık hep Türklerin aleyhine işletiliyor. Çok ilginç, değil mi? Neden acaba? Eh, bu konular böyle anlatıldıktan sonra, bizim "Osmanlı'dan önce Türkler satranç oynamış mıdır" diye sormamızı veya "Osmanlı döneminde oynanan oyun satranç olmayabilir" biçimindeki yaklaşımımızı doğal karşılamak gerekir.

Hindistan'daki kazılardan da satranç taşı olduğundan kuşkulanılan bazı buluntular çıkmıştır. Bunların hepsi Hindistan'ın kuzey ve kuzeybatısında bulunmuştur. Satranç taşı olup olmadığından emin olunmayan bu buluntular bir yana, Hindistan'da, 1500'lü yılların sonuna kadar, satranç taşı olduğundan emin olunan hiçbir buluntu yoktur.

Satrancın Çin’de doğduğunu savlayanların, bu savlarını kazıbilim yoluyla kanıtlaması, neredeyse olanaksız. Çünkü satrançla ilişkisi kesin olan “Şiangçi” adlı oyun, pullarla oynanır. Pulların üstüne taşların adları yazılıdır. Bu arada, Şiang: Fil; Çi: Oyun, demekmiş. “Çaturanga Sözcüğünün Kökenbilgisi” bölümünde okuyacağınız gibi, “Ang”, Türkçe’de “Hayvan” demektir. Çincedeki bu “Şiang” sözcüğüne dikkatinizi çekerim.


2) YAZILI BELGELER

Satrancın 600'lü yılların başında çaturanga olarak Hindistan'da ortaya çıktığı savı, Hindistan'da Bina adlı bir şairin, 625-640 yılları arasında yazdığı kitabında, çaturanga'dan sözetmesine dayanıyor. Hindistan'da bildiğimiz satranç anlamındaki çaturanga'dan sözettiği söylenen en eski kaynak, bu.

Satrancın İran kaynaklı olduğunu savlayanlar, "çatrang"tan sözeden ve 600'lü yılların ilk yarısına tarihlendirilmiş üç farklı Farsça kaynaktan sözeder. Bunlardan biri 620 yılına tarihlidir. Yani Hindistan'dakinden birkaç yıl eski. Bu kaynak, uydurma bir satranç hikayesi verir. Hikaye uydurmadır uydurmasına, ama satrancın İran'a Hint'ten geldiğini belirtmesi açısından dikkat çekicidir. 10. yüzyılda yaşamış Firdevsi de Şehname’sinde, satrancın İran'a Hint üzerinden geldiğini anlatır. Satrancın İran'da doğduğunu savlayanlar ise bu konuda, "İran'ın tarihsel kaynaklarında Hint adı, 11. yüzyılın sonuna kadar Hindistan yarımadası için değil, İran'ın bugünkü Pakistan sınırı için kullanılmıştır" der. Sınırın öte yanı, Sind (İndüs) ırmağı bölgesidir. Aynı bilgileri, Biritanyalı satranç araştırmacısı Kenneth Whyld da vermiş.

Bu Farsça kaynaklar arasından en eskiye gönderme yapanı, Sasaniler döneminde (MS 226-651) yazılmış bir kitaptır. Bu kitapta, Sasani devletini kurmuş olan Ardişir’in, çevgan ve çatrang oyunlarında herkesten üstün olduğu yazılıdır. Bu da Hindistan’daki kitabın belirttiğinden 400 yıl öncesi demektir.

Ardişir ve Sasaniler üzerinde burada biraz duralım. Üç yıl önce, “Sasani devletini kurucusu Ardişir’in babası Babek, Azerbaycan’da bir Türk kahramanı olarak anılır” diye yazmıştım. Önce buradaki yanlışımı düzelteyim. Tarihte ünlü birkaç tane Babek var ve anlaşılan ben bu Babek’leri karıştırmışım. Ardişir’in babası Babek konusunda ayrıntılı bilgim yok. Türktür diyemem. Ancak, Ardişir’in çevgan oynadığına dikkat ediniz. Çevgan (Polo), Milattan öncesine dayanan, at üzerinde oynanan bir Türk savaş oyunudur. Yerli yabancı tarihçiler tarafından, özellikle de Ardişir’in yaşadığı yıllar için, kişilerin veya toplulukların Türk kimliğini belirlemekte başlıbaşına bir ölçüttür.

Şu iki bilgi, Tarih’le sabittir: 1) İstanbul surlarına kadar ilerleyen Sasani orduları, Kara Doğan adlı bir komutanın Türkler’den oluşan ordusuydu. 2) Sasaniler, Romalılardan aldıkları ganimetlerin bir bölümünü, Horasan'ın doğu sınırlarındaki Türk hakanına göndermiştir.

Gerek bu iki bilgi, gerek Sasanilerin İran’da Part Türklerinin devamı niteliğinde bir rol oynaması, gerekse de Sasanilerin bayrağı ve arması, Sasanilerin, en azından ilk kurulduğu yıllarda Türklüğünü koruduğuna hükmediyor.

Bayraklarının (http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Derafsh_Kaviani.png) en üstünde görülen simge, daha çok Mısır’ı çağrıştırır, ama Türklerde sıklıkla görülür. Armaları (http://tr.wikipedia.org/wiki/Dosya:Senmurv.svg) ise ayrıca ilginçtir. Görüldüğü gibi, armada hem Pars hem de Ejderha çizgileri var. Türklerde Doğu yönü Ejderha takımyıldızının, Batı yönü ise Pars takımyıldızının konumlandırıldığı yöndür. Bu arma da doğu ile batının birliğini simgeliyor olsa gerek. Hele ki Batı’daki (Türklerde Pars takımyıldızının konumlandırıldığı yöndeki) Sasanilerin Roma ganimetlerinin bir bölümünü doğudaki Türk hakanına gönderdiğini düşünürsek.

Sonuçta, Ardişir’in satranç oynadığından sözeden bir kitap var. Eğer Ardişir, anlaşıldığı gibi gerçekten de Türkse, elimizde, Hindistan’da ortaya çıktığı söylenen tarihten 400 yıl önce bir Türk’ün satranç oynadığından sözeden bir kitap var demektir.

Türklerin satrancı yarattığını açık açık gösteren yazılı belgeler konusuna gelince. Daha önce yazdığım gibi, hernekadar elimde böyle bir belge olmasa da, bu tür belgelerin birilerinin elinde olduğu konusunda benim hiçbir kuşkum yok. Birazdan çaturanga sözcüğünün kökenbilgisi konusunda verdiği bilgileri okuyacağınız Adnan Atabek, yazılı belgeler konusunda bir keresinde şunları yazmıştı:

______________
“… Bu düşündüklerimizin, yazılı kanıtlarla elde olduğu konusunda tamamen İskender bey gibi düşünüyorum. Orta Asya'da 60 km uzunluğunda taşa yazı yazan adam, hiç başka şeye yazmadı mı? Beşbalık'taki Bin Buda mağaralarından 400 sandık belge çalan Aurel Stein, sadece dört sayfa yayınladı, kalanlar boş kağıt mıydı? O belgeler yayınlansa, kağıdın Türkler tarafından, milattan önceki bin yıllarda icat edildiği ortaya çıkacaktı. Ve daha pek çok gerçek. Kağıdı Türkten başkası icat edemezdi çünkü kağıt, bitki kökenli (pamuk vb) keçe'dir. Keçe de Türklerden başkasının bilmediği bir üretim çeşididir.
______________

Peki bu belgeler kimlerde? Geçenlerde, Habertürk’teki bir televizyon programında, Vatikan’dan elde edilen bir belgeden sözedildi. Belge, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul için söylediği bir sözü içeriyor: “Biz, başkasına ait olanı değil, zaten bize ait olanı geri aldık”.

İstanbul’u Türklerin kurduğunu, ben, aşağı yukarı on yıldır biliyorum. O zamandan beri de yeni yeni bilgilerle karşılaşıyorum (Marmaray kazılarında ortaya çıkan, yaklaşık 8000 yıllık, Türklere ait kalıntılar gibi). Ama hiçbir yazılı belge duymamıştım. Bakınız, o yazılı belge nereden çıktı: Vatikan. Vatikan tarihle ne kadar ilgilenir? Şu görsel, bunu anlatmaya yeter: http://www.hizliresimyukle.com/image/PF3H

Hiç kuşkunuz olmasın, satranç konusunda da bu tür belgeler birilerinin elinde var ve bu belgeler gelecekte bir şekilde ortaya çıkacak.


3) ÇATURANGA SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENBİLGİSİ

İran’da çatrang veya satrang adının anlamı için birbirinden saçma iki açıklama yapılmaktadır. Farslar kabul etmek istesin istemesin, çaturanga, çatrang, satranj, şatranj ve satranç sözcükleri, hep aynı kökten gelmektedir. Sessiz harf çözümlemesi, bunu hemen gösteriyor:

Ç-a-T-u-R-a-N-G-a
S [Ş, Ç]-a-T-(ı,a)-R-a-N-Ç [G, J]

Arslan Küçükyıldız, “Çadır'dan Satranç'a” adlı yazısında (http://arslanevi.blogspot.com.tr/2014/06...ranca.html), bu dönüşüme ilişkin şunları yazmış:
_______________
Hindistan’dan İran’a geçerken Şatarang adını almış olan satranç’ın, Türkçedeki “Ç”-“S” dönüşmesi ile bir ilgisi olabilir mi? Bu soruyu Türkçemizdeki ilginç bir kelime ile örneklendirmek isterim. Bu kelime, Satma’dır. Satma kelimesinin aslı Çatma’dır. Tarla ve bağ bekçilerinin geceleri barınmaları için bir ağaç üzerine yüksekçe yaptıkları kulübe veya çardağa bazı yerlerde verilen isimdir. İster Türkçedeki Çat sözü isterse ç-s dönüşümünden kaynaklanan Sat sözü ile ilgili olsun, Satranç sözünün Türkçe bir kelime olması düşünülmelidir. Bizi bu düşünceye getiren kelimelerden biri de Kırgızistan’da bugün kullanılan ve tıpkı Satranç tahtasına benzeyen Kareli defter anlamındaki Çatıraş kelimesidir. Çatıraş’ın kareli defter için kullanılması, satranç tahtasının da kareli deftere benzemesi çok önemlidir.
_______________

Çaturanga'nın Sanskıritçede "dört kuvvet" anlamına geldiği, bu başlıkta daha önce belirtilmişti. Buradaki "dörtkuvvet"in oyunla ilişkilendirilmesi, şöyle yapılıyor: "Hindistan'da Vedalar Dönemi olarak adlandırılan dönemde (MÖ 1750 – MÖ 500), Hint ordusu dört bölümden oluşuyordu: Erler, atlılar, filliler ve savaşarabaları. Çaturanga yani dörtkuvvet de Hint ordusundaki bu dört bölümü anlatmaktadır". Ne var ki, o dönemden sonra Hindistan'da böyle bir ordu yapısı bir daha görülmemiş. Satrancın ortaya çıktığı söylenen tarihle bu ordu yapısı arasında aşağı yukarı 2,000 yıl olduğu söyleniyor. Dolayısıyla, "dörtkuvvet" adının oyunla bu biçimde ilişkilendirilmesi, epey zorlama ve gerçekdışı gözüküyor.

Hindistan'da iki ayrı çaturangadan sözedilir: Bir tanesi, iki kişiyle oynanan, bildiğiniz, Batı öncesi satranç. Diğeri ise dört oyuncuyla oynanan, zarsız da oynanabilmekle birlikte yaygın olarak zarla oynanmış, 3,000 yıl öncesine dayandığı söylenen bir oyun (http://www.chessvariants.org/historic.di...rang4.html).

Şimdi biraz durup, buraya kadarki araştırmamızdan öğrendiklerimizi bir gözden geçirelim:
1) Hindistan'da bildiğimiz satranç anlamındaki çaturanga'dan sözettiği söylenen en eski yazılı belge, 625-640 yılları arasına tarihlidir.
2) Hindistan'da, 1500'lü yılların sonuna kadar satranç taşı olduğundan emin olunan hiçbir buluntu yoktur.

Anlayacağınız, 625-640 yılları arasındaki yazılı belgenin sözettiği çaturanganın, bildiğimiz satranç oyunu olduğunu gösteren hiçbir belge yok. Hatta Hindistan'da satranç oynandığı konusunda güvenilir kayıtlar, anca 1000'li yıllardan başlıyor. Satranç olduğu söylenen çaturanganın kesin kurallarının bilinmediğini, yeri gelmişken burada hemen belirteyim. Yalnızca, İran'daki satrançla aynı kurallara sahip olduğu "sanılıyor"! Bu yüzden de İran’daki satrancın kuralları neyse, çaturangaya aynen yapıştırmışlar. Buyrun, işte size Batı bilimcileri(!), işte size bilimsellik(!).

Çok büyük olasılıkla, Hindistan’da sözüedilen ilk belgelerde adı geçen çaturanga, aslında dört oyunculu olan çaturangadır. Bir başka deyişle, "dörtkuvvet" (çaturanga), "dört oyuncu" anlamına geliyor. İki oyuncuyla oynanan satranca da sonradan çaturanga denmiş. Peki neden aynı ad kullanılmış olabilir?

Sözcüklerin kökenbilimi konusunda çok önemli bir araştırmacı ve çözümlemeci olan Adnan Atabek'in "çaturanga" sözcüğü için yaptığı çözümleme, buna oldukça yerinde bir açıklamayı, kendiliğinden getiriyor. Adnan Atabek'in Satranç adlı yazısı:
_________________
Satranç sözü için batı dilcileri, Sanskritçe "çaturanga" sözünü köken olarak gösterirler ve Hint-Arap-Avrupa trafiğini öne sürerler. Ben de buna bir koşulla katılıyorum.

Satrancın, nesnel kökeni damadır. Yani sekizXsekiz kutulardan oluşan bir çizgi ızgarası üzerinde oynanan oyun. Taşlar (aşık kemikleri) önceleri tek tip iken sonra çeşitlendirilmiş. Taşlar, çizgilerin kesim noktalarına konulurken (9x9), kutu içine konmaya başlamış. Dokuz taşla oynanırken, sayı değişmiş. 'Dokuztaş', 'üçtaş' gibi oyunlarımızın kökü de aynı.

Değişmeyen tek şey, kutulardan oluşan ızgara olmuş. Türkler, kesişen çizgilerden oluşan elek, kalbur gibi nesnelere, damaya, ızgaraya, "çatura", "şadra", "şedre" diyorlar. Sakalardan tut, Anadoluya kadar bu deyimler var.

siede: elek, kalbur (Sakaca, Vasiliev)
siit: elek (Teleüt Ağzı Sözlüğü, TDK)
şedre: iri gözlü kalbur (DS: Derleme Sözlüğü)
şadara:kalbur (Azeri ağzı, Türk Lehçeleri Sözl.,Kültür Bak.)
çatmak: damalı (DS)
şatra: dama (Altay ağzı, Altayca Türkçe Sözlük,TDK)
şatıraş: dama, satranç (Kazak ağzı,Türk Lehçeleri Sözl.,Kültür Bak.)
çatlaş: çapraz (Tatar ağzı, Türk Lehçeleri Sözl.,Kültür Bak.)
satraslı: aykırı (Kazak ağzı, Türk Lehçeleri Sözl.,Kültür Bak.)

Birgün birisi tutmuş, damanın taşlarına kimlik kazandırmış. 'Fil', 'at' diye (çok büyük olasılıkla, bu hayvanların aşıkları kullanılıyordu ve farklı ilerleme kurallarına sahiptiler). 'Çatura' olan adı da 'çatura anga' olmuş. Yani 'hayvan daması' veya 'hayvanlı dama'.

Ang: yaban hayvan, geyik, karaca (Altay ağzı, aynı sözlük)

Bu söz, güneye, 'İndus' bölgesine indi. Sanskrit'leşti. Araplar da kendi söyleyişlerine uydurdular. Bizim Orta Asya kırsal alanındaki şatıraş'ı, Horasan Harzemdeki çatranga'yı aydınlarımız komşu dillerdeki satranç ile değiştirmişler. Aynı şimdiki 'şovmenler' gibi.

Batılı 'çatranga' ya gönderme yapar ama, gerçekte Batı dillerindeki dama ve satranç karşılığı sözlerin, çatranga ile doğrudan ilgisi yoktur.

'chekker', 'schach' sözleri, olsa olsa, Asyadaki 'şah-mat' (dama) ile karşılaştırılabilir.

çekka: dama (Japonca)
çakatura: Doğu Karadenizde yapı türü. (Ahşap ızgara biçiminde duvar çamurla doldurulur).
'dama', 'dame' sözleri, Türkçe 'dama', Asyadaki anlamdaşları 'doub-at', 'doyb-i', 'dam-ka' ile karşılaştırılabilir.

'chess' ise, 'şaş-ki'(dama) ve 'caz' (bir tür dama, DS) ile karşılaştırılmalı.

( Belirtilmeyen veriler: Türk Lehçeleri Sözl.,Kültür Bak.)
_________________

Adnan Atabek'in bu yazdıkları, "çaturanga" adının Hindistan'a ve Sanskıritçeye Türklerden geçtiğini ve "hayvanlı dama" anlamına geldiğini belirtiyor. Bunda şaşılacak birşey yok, çünkü daha önce yazdığım gibi, Sanskıritçeyi kuran Bırahmanlar, Türklerdir. Hindistan'ın Sanskıritçe dışındaki yerel dillerinde de birçok Türkçe sözcük vardır.

Dikkatinizi çekerim, Adnan Atabek'in bu yazdıkları, yalnızca "çaturanga"nın anlamını ve Türkçe'den geçtiğini göstermekle kalmıyor. Hindistan'da dört oyuncuyla oynanan oyun için kullanılan "çaturanga" adının, neden iki oyuncuyla oynanan satranç için de kullanıldığını açıklamış oluyor: Çünkü her iki oyun da damalı tabanda oynanıyor ve her iki oyunda da hayvanlar var.

Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç Bir Türk Zekâ Oyunudur" adlı yazısının (http://arslanevi.blogspot.com.tr/2014/05...nudur.html) en sonunda aktardığı bir bilgiye değinmenin tam da zamanı: "Altay’da bütün zekâ oyunlarına Şatra denmektedir. Tuva’da Şıdıra denildiği gibi." Kendisinin, bu yazısının en sonunda vermiş olduğu fotoğraflar, ilginizi çekecektir. Bu fotoğraflarda, Altay Türkleri’nin "Şatra" adıyla oynadıkları ve "Satranç"ın öncülü olan iki tür oyun gözükmektedir. Anlaşılan, tüm bu zekâ oyunlarına, Altay Türklerinin "Şatra", Tuva Türklerinin "Şıdıra, Şatıra" demesinin nedeni, bu oyunların damalı, ızgaralı tabanlarda oynanmalarından kaynaklanmaktadır. Tıpkı Hindistan'da her iki oyuna da çaturanga denmesinin nedeni gibi.

Belli ki çaturanga, dörtkuvvet anlamı sonradan kazanmış veya sözcüğe bu anlam sonradan yüklenmiş. O da büyük olasılıkla ızgaralı yapının dörtgenler oluşturması nedeniyledir. Ayrıca, iki çubuğu birbirine "çat"arsanız, çarpı veya artı biçimli, dört parçalı yapı ortaya çıkar. "Dört", buradan (yani Türkçe Çatura, Çatra'dan), "Kuvvet" ise Anga'dan yani Hayvan'dan geliyor. Bu konuda, yine Adnan Atabek'in verdiği bilgilere bakmak, aydınlatıcı olacak. Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç'ın Tarihi ve Kökeni" (https://www.facebook.com/groups/17588838...098402389/) adlı yazısının ardından, Adnan Atabek şunları yazmıştı:

"Çok güzel bir yazı. Ben yıllar önce konuya dil açısından yaklaşan bir yazı yazmıştım (yahogroups/gunesdilkurami). Satranç Turanlılardan çıkmıştır. Dil böyle der. Türk ağızlarında çadra, şedre.. gibi sözler elek anlamındadır. Kesişen dik liflerden oluştuğu için ( çat-mak fiili ile ilgili). Anadoluda; iyice eskimiş elbise için 'şedre gibi' derler. Elek gibi olmuş anlamında. Dama oyunu; dik kesişen çizgilerden oluşan, eleğimsi bir görünümdedir ve Türk ağızlarında şedre, çatura sözleri aynı zamanda 'dama' demektir. Bu oyun, zamanla gelişmiş, satranca doğru evrilmiştir ve adı da ÇATURA ANGA yani 'hayvanlı dama' olmuştur. Çünkü, işin içine at, fil gibi hayvanlar girmiştir. Eski Türkçede ang 'hayvan' demektir. Burdan, yul ang 'çizgi hayvan' yani yılan, türemiştir. Ang erki yani hayvan gücü, Batılı dillere energy (enerji) olarak geçmiştir. Meydan Larousse'da ŞAH TURANGA maddesi vardır. Bu, Çatura Anga'nın yanlış söylenişidir ama, kullananları yanıltan, oyunun Turan'dan gelmiş olmasıdır. Diğer dillerdeki sözleri de açıklayacak, Turan kökenini kanıtlayacak, pek çok veri var. Mesela bende on sayfa not var. Bu notlardaki metinleri de dikkate alırsak, bir kitap oluşturacak kadar veri var demektir."

Şimdi Hindistan'a bir daha bakalım:

1) En eski yazılı belge olarak kabul edilen, 625-640 yılları arasına tarihli bir şair kitabı, çaturangadan sözediyor, ama hangi çaturangadan sözettiği belli değil. Ve aynı tarihlerde, İran coğrafyasında çatrang'ın adını anan kitaplar var. Bir tanesi, 620 tarihli. Yani Hindistan'daki kitap, diyelim ki bildiğimiz satrançtan sözetse bile, satrançtan sözeden ilk kitap değil. Dahası, aslında Hindistan'da bile çaturanga'dan sözeden ilk kitap değil. Okuduğum bir kaynakta, çaturanga adını anan ilk kaynak, Mahabarata adlı, Sanskırit dilinde yazılmış destandır. Tarihi, MÖ 500 dolayı olarak verilir.
2) Hindistan'da, 1500'lü yılların sonuna kadar satranç taşı olduğundan emin olunan hiçbir buluntu yok.
3) Satranç kurallarından sözeden, bilinen ilk kitaplar 850 yılından başlıyor ve Arapça.
4) 11. yüzyıl öncesine ait, daha önce sözünü ettiğim iki Farsça kitap, satrancın Hint'ten geldiğini yazıyor. Ama söylenen o ki İran'da 11. yüzyılın sonuna kadar Hint ile kastedilen coğrafya, Hindistan yarımadası değil, bugünkü Pakistan çevresi. Yani satranç İran coğrafyasına, ilk satranç taşlarının bulunduğu bölge dolaylarından girmiş.

Anlayacağınız, satrancın Hindistan'da doğması şöyle dursun, Hindistan'da geç yıllara kadar gerçekte, bildiğimiz satrancın oynandığını gösteren bir belge bile yok. 400'lü yılların başlarında Hindistan'ı dolaşan ve epey kapsamlı bilgiler verdiği söylenen Çinli bir Budist rahibin, satrançtan veya çaturangadan hiç sözetmemiş olması da ayrıca ilginçtir.


Belli ki Batılılar, çaturanga'nın (veya çatrang'ın) kurallarını, 850’den sonraki Arapça satranç kitaplarından alıntıladıktan sonra, hangi çaturangadan sözettiği belli olmayan bir şair kitabını işaret ederek, satrancın Hindistan'da, 600'lerde doğduğunu öne sürmüş. Yine çaturanga adından sözeden MÖ 500 dolayındakine ise uzak durmayı yeğlemişler. Herkes de bunu bilimsel yorum olarak kabul ediyor. Bu yalanın Hindistan’ı sömürmeye başlayan İngilizler tarafından nasıl ve neden uydurulduğu, şu bağlantıdan okunabilir: (http://www.schachquellen.de/15038.html). Peki bugün bile Hindistan’da diretmek neden? Bunun gerçek yanıtı, asılsız bir kurama olan heveste yatmaktadır: "Hint- Avrupa" kuramı.


4) OYUNLARIN EVRİMİ ve ÇEŞİTLİLİĞİ

Bu başlığı açarken ilk iş olarak Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç'ın Atası Olan Türk Zekâ Oyunu; Mangala" adlı yazısının bağlantısını paylaştım. Çünkü bu yazının, satrancın kökenine ilişkin başka yazılarda göremediğimiz çok önemli iki doğrusu vardır: 1) Satrancın sıfırdan yaratılmış bir oyun değil, önceki oyunların evrimi sürecinde yaratılmış bir oyun olduğunu ortaya koyması. 2) Satrancın kökeni konusunda dikkatini Türk kültürüne yöneltmiş olması. Kendisinin bu yazısı için üç yıl önce yazdığım bir şeyi burada yeniden vurguluyorum:

"Arslan Küçükyıldız'ın, satrancın Türkler’in yarattığı bir zekâ oyunu olduğunu, oyunların evrimini gözlemleyip ortaya koymuş olması, satrancın kökenine ilişkin hemen her türlü belgeden daha değerli ve geçerlidir. Çünkü bugünün belgeleri, ileride bulunacak belgelerle önemini yitirebilir. Ve kimi belgelerin üzeri örtüldüğü gibi, zorlama belgeler de kanıt gibi sunulabilmektedir. Ancak, oyunların titiz incelemeler sonucunda ortaya çıkarılacak olan gelişim süreci, gerçekleri apaçık bir biçimde gözler önüne serecektir."

Oyunların evrimi ve çeşitliliği konusuna önem veren Batılı ve Doğulu başka araştırmacılar da var. Ancak, bunlar “yeni yaklaşım” olarak adlandırılıyor ve hiçbiri Türk adını kesinlikle ağzına almaz. Gerhard Yostın (Gerhard Josten) ve Ayzek Lindır (Isaak Linder) adlı satranç tarihçileri, oyunun evrim ve çeşitliliğine bakarak, satrancın ilk izlerinin, bir Türk devleti olan Kuşhanlara kadar takip edilebildiğini belirtip, tarih olarak da MÖ 50 ile MS 200 yılları arasını verir. Özellikle Yostın, satrancın Kuşhan kaynaklı olduğu iddasındadır. Ama diğerleri gibi O da Kuşhanların Türk olduğuna değinip de "satrancı Türkler yaratmıştır" demez.

Satrancın Hindistan'da doğmuş olduğunu savlayanların bir gerekçesi de Hindistan ve çevresinde (Tayland, Burma) satrancın bazı çeşitlerinin görülmesidir. Ama asıl çeşitliliğin görüldüğü Türklerden nedense kimse sözetmez. Üstelik de tüm bu satranç çeşitlerini ve satranç öncüllerini, Altay Türkleri "Satra" veya “Şatra”, Tuva Türkleri "Şıdıra, Şatıra" diye adlandırmasına rağmen. Bu adların "satranç" adıyla bağlantısı, çok açık.

Dahası, Hindistan'daki satranç çeşitlerinden biri, “Büyük Satranç” veya “Türk Büyük Satrancı” olarak adlandırılmıştır (http://www.chessvariants.org/historic.di...angr1.html). Bu, şu demektir ki Hindistan coğrafyasındaki satranç çeşitlemelerinde bile Türk'ün izi, etkisi ve adı var.

Satrancı yaratan ulusun aranmasında, evrim ve çeşitliliğin gözetilmesinin öncelikli önemi, gün gibi ortadadır. Bu nedenle, Arslan Küçükyıldız'ın "Satranç Bir Türk Zekâ Oyunudur" adlı yazısından bir bölümü buraya aktarmak, yerinde olur:
________________
Satranç’ın Turan kökenli bir oyun olduğu iddiamıza delillerimiz şunlardır:

1. Satranç bütün Türk topluluklarında, eğitimli eğitimsiz her seviyedeki kişilerce çok yaygın olarak oynanan bir oyundur. Mesela; Ankara’nın Çamlıdere ilçesine gidin kahvelerde satranç oynayan köylüler görürsünüz.
2. Oyunun bugünkünden daha ilkel birçok farklı çeşidi, Türk ülkelerinde oynanmaktadır. Tıva’da Satrançın öncülü olan oyunlar Şıdıra veya Şatıra adıyla, Altay’da Şatra adıyla, halen, oynanmaktadır.
3. Bu oyunların adları ile Satranç adı arasında dil bilimi açısından çok açık ilişkiler vardır. Satranç sözü çat-mak fiilinden gelmektedir.
(...)
________________

Son olarak, dikkatimizi Satranc'ın öncülü olarak gözüken Türk zekâ oyunları Satra'lara (Şatra, Satıra) verelim: Türklerin Satra adlı oyunları arasından benim de haberdar olduğum bir tanesinin ortasından, tıpkı Çinlilerin satrancı dayandırdıkları Şiangçi adlı oyun gibi, dere geçmektedir. Haberdar olduğum bir diğer Satra, yine tıpkı Şiangçi gibi, damalı tahtanın karelerinin değil, köşelerinin üzerinde oynanır. Bu oyunlar Türklerden mi Çin’e geçmiştir, Çin’den mi Türklere geçmiştir? Tarihin akışının işaret ettiği yön, belli. Öyle yada böyle, neden Türklerin Satra’larından hiç sözedilmez? Diyelim ki (bu kadar çeşidin hepsi de!) Çin’in tek çeşit oyunundan Türklere geçti, o zaman bunun adı neden konmaz? Ruslar, bu çeşit çeşit Satra’ları teke indirmiş gibi gözüküyor. O da şu: http://www.math.bas.bg/~iad/tyalie/shatr...tml#double. Bu Satra hakkında bile doğrudüzgün bilgi bulamazsınız. Diğerlerini hepten geçtim. Şimdilik açıklamayacağım bazı nedenlerle öyle sanıyorum ki bu Satra’ların incelenmesi, satranç tarihini birkaç açıdan değiştirebilir.

Gerek oyun yapılarına gerekse de adlarının benzerliğine rağmen neden satranç tarihinde bu oyunların adının anılmadığının üzerinde durmak gerekir. Üstelik de Meydan Larus'ta ŞAH TURANGA diye bir madde olduğuna, yani Batılılar’ın bu konularda gayet de bilgi sahibi olduğuna dikkat etmek gerekir. Satrancın yaratıcı adayı olarak Türklerin adı, bunlara rağmen hiç geçmiyorsa, akıllı insanlar, elbette bunda kasıt arar.


5) SATRANCIN, TÜRKLERİN KAŞGAR ŞEHRİ DOLAYLARINDA DOĞDUĞU KURAMI

Daha önce yazdığım gibi, satrancın kökenini bulma araştırmalarında, oyunların evrimi daha yeni yeni inceleniyor. İşte bu yolu izlemiş olan Gerhard Yostın, satrancın, Kuşhan Türkleri döneminde, Kaşgar dolaylarında doğduğunu öne sürüyor (http://www.schachquellen.de/media/josten.pdf). Sanırım satrancın kökenine ilişkin en yeni kuram, bu. Satranç ve satrançla ilgili oyunlara ilişkin incelemelerinden sonra Yostın, özetle şu düşünceye varıyor:

“Satranç; Çin, Hindistan veya Ortadoğu bölgelerinden birinde doğup diğer iki bölgeye girmemiştir. Bu oyun, önceki oyunlardan, her biri bu bölgelerden birine özgü olan birer özellik almıştır. Satrancı yaratanlar, bu üç özelliği bileştirmiş ve sözkonusu üç bölgeye de buradan yayılmıştır. Peki bunu kim yapmış olabilir: Her üç bölgeyle de bağlantısı olanlar. Bunlar kimler olabilir: İpek Yolu’ndakiler. Oyunların evrimine bakıldığında, hangi tarihte, kimdir bunlar: MÖ 50 ile MS 200 arasında, Kuşhanlar. Kazıbilimdeki ilk buluntuların hep bu dolaylarda çıkmış olması da bu düşünceyi güçlendiriyor ”

Yostın, kuramını anlatırken, şu dikkate değer yorumlarda bulunmuş:

“Kuşhanların kademeli parçalanmasının ardından, galip komşu devletlerin her biri, satrancın zihinsel yaratıcılarının kendileri olduğunu savladı. Kimse, yenilen Kuşhanlardan sözetmedi. Kuşhanların yıkılması, birçok gerçeğin neden kaybolduğunun ve neden satrancın kökenine ilişkin, inandırıcılıktan uzak bu kadar çok söylencenin ortaya çıktığının asıl nedeni olabilir. Kuşhanlar’ın zihinsel yapıtı, yerini çeşitli söylencelere bıraktı.”

“Birçok gerçeğin kaybolduğu”ndan sözeden Yostın’ın, başka iki ifadesine de dikkat çekeceğim:

a) Kuşhanlar’dan sözederken, bir ara bir ayraç içinde, “Yoksa Tomıs Hayd, araştırmaları sırasında, gizlenmiş bir belirti mi buldu?” biçiminde bir ifade kullanıp, Viktır Kits’in satranca ilişkin bir kitabına gönderme yapmış (Victor Keats - Chess, Its Origin).

Bu Tomıs Hayd, 1600’lerde yaşamış, İngiliz sömürüsü altındaki Hindistan’da çeşitli araştırmalar yapmış, Türkçe, Arapça, Farsça, Süryanice, İbranice ve Malayca’yı iyi bilen, ulusal amaçlarla satrancı Hindistan’a ilk olarak dayandıran bir İngilizdir.

Okuduğum bir yazıda, satrancın Hindistan’da çaturanga adıyla doğduğu bölgenin, Pakistan (yani Sind ırmağı) bölgesi olduğu yazıyordu. Oysaki satrancın Hindistan’da doğduğunu savlayan ilk Batılı olan Tomıs Hayd, satrancın Doğu Hindistan’da doğduğunu savlamıştı. Yani tam da İngilizlerin kenelendiği bölgede. Peki satrancın Hindistan’daki doğumyeri niye sonradan Pakistan bölgesine çekilmiş? Orasını bilmiyorum. Belki satranç taşı olduğundan kuşkulanılan buluntuların burada çıkması nedeniyledir. Belki de Tomıs Hayd’ın gizlediği hissettirilen belge, o dolayları işaret ediyordur.

b) Yine Yostın, şu sayfanın (http://www.schachquellen.de/15038.html) en sonundaki paragrafta, dikkat çekici şeyler yazmış. Düşüncelerini geliştirerek(!) dolaylı yoldan demiş ki:

“Satranç, belli bir coğrafyaya özgü bir oyun değildir, İpek Yolu’nun merkezindeki Kuşhan ülkesinde, farklı farklı kültürler, farklı oyun yapılarını birleştirerek satrancı yaratmıştır. Satrancı tek bir ulusun yarattığını düşünmeyelim. Satrancı Çin, Hint, Ortadoğu veya başkası yarattı diye kavga edeceğimize, herkesin katkıda bulunduğu bir bileşim olarak görelim”.

Yostın’ın bu iki ifadesi, burnuma bazı tanıdık kokular getiriyor: Anlaşılan o ki Gerhard Yostın adlı Alman, kuramının, satrancın yaratıcısı olarak Türkleri işaret ettiğinin gayet farkında. Hatta satrancın yaratıcısı olarak Türkleri söyleyen bir belgeden haberdar bile olabilir. Bu belge, örneğin Tomıs Hayd’ın gizlediği bir belge olabilir.

Yostın’ın b’deki ifadesi, satrancı Türklerin yarattığını başkalarının da öğrenmesi arefesinde, bu oyunun sahipliğini tek bir ulustan (yani Türklerden) alıp, bütün dünyaya yamamaya çalışıyormuş izlenimi uyandırıyor. Ne zaman önemli bir değerin yaratıcı sahibinin Türkler olduğu anlaşılsa, hemen o sahipliğin “önemi yoksanarak”, bütün dünyaya mal edilmeye çalışılır ve şöyle bitirilir: “Böylesine bir kardeşlik, daha güzel bir tablo değil mi?” Gerçeklerin üzeri “güzellikle” örtülür… Türk tarihini inceleyenler, buna benzer yığınla örnek bilir. Kuşhanların tarihini incelemiş olmasına rağmen, Yostın’ın Türk adını hiç anmaması ve Kuşhanlar’ı “kayıp uygarlık” tadında tanımlaması, bu açıdan özellikle dikkate değerdir.

İpek Yolu’na gelince… Okuduğum bir kaynakta şunlar yazmakta: “Satrancı kimin yarattığına ilişkin hangi kuram doğru olursa olsun, oyunun yayılmasında İpek Yolu’nun önemi tartışılmaz”.

“Satrancın doğduğu idda edilen bütün coğrafyalardaki ortak ve belirleyici nokta, Türklerdir” dememişler de “Satranç, İpek Yolu’yla yayıldı” demişler.

İpek Yolu’nun haritasına şöyle bir bakmak bile, bu yolun Türklerin denetiminde bir ticaret, düşünce ve kültür yolu olduğunu anlamaya yeter: http://www.eokul-meb.com/wp-content/uplo...ekyolu.jpg. Tarihsel gerçek de budur. Yani oyunun yayılmasında “Türklerin önemi” dememişler de “İpek Yolu’nun önemi” demişler.

Bu arada, kendilerine sormak gerekir: “Madem satranç İpek Yolu’yla her yere yayıldı, öyleyse satrancın Avrupa’daki yayılışını Endülüs zamanındaki Araplara bağlamak niye? Yani size göre satranç, İpek Yolu’yla her köşeye girmeyi başardı da bir tek Avrupa’ya mı girmeyi başaramadı?”
Ara
Cevapla


Bu Konudaki Yorumlar
RE: Satrancı Türklerin Yarattığına İki Gösterge - Yazar: İskenderAltındiş - 25-07-2014, 13:10
[Konu Başlığı Yok] - Yazar: Feti - 13-06-2014, 18:46
[Konu Başlığı Yok] - Yazar: abdulkadirbener - 14-06-2014, 10:36



Konuyu Okuyanlar: 2 Ziyaretçi