20-12-2010, 12:48
H'AL'I'NIN İPLİĞİ...
Şimdi soracaksınız;
Bu halı nedir, ip nedir?
Halı nasıl dokunur, dokunan halı nasıl okunur?
Okuyana nasıl dokunur okumayana nasıl dokunur?...
Halı dokumayı bilir misiniz?
Bilmezsiniz!
Peki okumayı bilir misiniz?
Onu nerden bileceksiniz ki?!...
Eski Türklerde
Oba beyi aynı zamanda obanın hukuk, adalet işlerini de yürütürdü. Yani bir tür "devlet yumurtası" aşamasındadır oba beyi... Şimdilerde de bazı beyler kendini devlet yumurtası sanıyor ya, o süreç başka bu süreç başka…
Bir kızı ailesi istemediği birine veriyorsa eğer, kız buna tepkisini, yeşil üstüne baskınca AL (kırmızı) dokuyarak dokuduğu halıda gösterirmiş. İsyan etmek, büyüklerin karşısında söz söylemek o zamanlar “kural dışı hamle”.... Ancak kendini anlatmanın o dönemlere özgü usulleri, “doğru hamle” biçimleri de yok değil.
Halıları gören oba beyi bu durumu görünce kızın derdini anlar, dinler adaleti sağlamaya çalışırmış.
Yeşil sözü de "Yaşıl" sözünden gelir. Yaşıl, yaştan yaşıyor olandan doğar. Al, kırmızı renkler ise kanı anlatır çoğu gelenekte.
Kısaca "yaşamımın üstüne kan dökülüyor, kanıma giriyorlar" gibi bir anlam üretilebilir, tepkili kızın dokuduğu halıdan...
Bu yüzden al giymek hala tepkiyi ifade eder. Bu durum bazı türkülerde de yerini bulur:
"Kime kin ettin de giydin alları"…
Başımıza bir oba beyi mi seçsek ne?!...
Halı üzerinde her motifin, her rengin bir anlamı vardır. “Aşkı dokudum kilime” derken şair, bunun bir geldisi vardır. Her motif ve rengin bir anlamı olduğu gibi bunlar arasındaki uyum ve uyumsuzluğun da bir anlamı vardır. Tıpkı dizilmiş bir satranç konumu gibidir halı. Her taşın tek başına ve diğerleriyle birlikte oluşturduğu değerler gibidir. Yani tahtada sayısal değerler ve konumsal değerler nasıl ayrı ayrı ve birlikte değerlendiriliyorsa, halının üstündeki renkler ve motifler de ayrı ayrı ve birlikte farklı değerlere ve anlamlara sahiptir. Önemli olan “konum değerlendirmesi” ölçütlerini bilmek olduğu gibi, “halı okumayı” da bilmek gerek. Dokumayı bilmek değil yalnızca; bir de okumayı bilmek!
Sorun burada daha dokuma aşamasında halıyı okuma sorunudur. Eski beyler bu marifete sahip iken bizler önümüze sunulan yazıları okumaktan aciz bir toplumun içerisinde debelenip duruyoruz ve bizleri istemediğimiz hükümlere kurban etmeye devam ediyorlar. Bunca yıldır yazdığım yazıların her aşamasında “yeşil üstüne al” dokudum. Ortalık kıpkırmızı oldu ben başkalarının yaptığından utandım kızardım ama başkalarının yüzü hiç kızarmadı.
Okuma özürlü bir toplumuz. Okuduğumuzu sanan, ama okuduğunu yanlış okuyan, anlamayan, anlasa da semer ağacını kıran, aptallığın çoğunluk olduğu bir ülke olduk.
Okumayı bilir misiniz? Biliriz? Nedir okumak?
Yazılı, görsel, işitsel ve diğer duyusal yollarla iletilen bir metindeki (metin nedir?) “iletiyi” alabilme, yorumlayıp anlayabilme yeteneğidir okumak. Satrancın bir amacı da bu yeteneği geliştirmektir. Dakikada milyonlarca hamle hesaplayan satranççılarımız ne milyonlarca hamle hesapladığını biliyor, ne de okuduğunu anlıyor. Anlamak ile anlanmak arasında debelenip duruyorlar, çoğu... Nitelikli bir azınlığı ayırmam gerek kuşkusuz...
Fırlatılan okun ucundaki iletinin algılanıp yorumlanıp anlaşılmasıyla başlar Türkçede okumak.
Tıpkı yapılan hamlenin anlamını çözmek gibidir.
Atalarımızın çok eskiden haberleşme araçları içerisinde ok vardı. Bir yerden bir yere fırlatılan okun ucundaki “metin” okunurdu. Yaydan “yayınlanan” ok okumak fiilinin kökünü oluşturur. Bu anlamda en ilkel matbalardan; yayınevlerinden biri yay olurken, en ilkel “metinlerden” biri de oktur. Köylük yerlerimizde düğün davetiyesi olarak gönderilen hediyelik eşyalar birer metin niteliğindedir. İlettiği bir ileti vardır. Bu hediyelik eşyaların adı OKU olarak adlandırılır. Alan okur! Kuran "OKU" diye başlar. Elin ateisti okur ama bizim müslüman okumaz. Müslim ya; “teslim olmuş” ya, okusa ne olur okumasa ne olur? Onun yerine yazan da olur okuyan da olur. Yazan okuyan o olur, ama o 0(sıfır) olur, “-1” olur, eks olur, ama “1” olmaz. Olsa ne olur olmasa ne olur. Sandalye masa yerinde olduktan sonra?...
Herkes suyu biliyor. Ama H2O’yu bilen yok. İşin kimyasına inen yok. Fiziğine büzüğüne bakan yok. Önüne bakan yok, ardına bakan yok, işine bakan çok, öyle demiyorlar mı; “işine bak sen”, doğru, ama bizim bakanlarımız işimizi de içimizi de yakanlarımız oluyor da, hesabını soran yok.
Kızılderililer dumanlarla “okuryazar” idiler. Havada uçan dumanı okurlardı. Ama biz yandık duman olduk okuyan yok! İçinde bulunduğumuz yangını okuyan yok. Güvercinler bizden fazla okuturdu belki. Kuş kadar aklın yok sözü belki de kuşlara haksızlık. Okuduğunu sanan, okuttuğunu sanan çok, Neydi o reklam: “Hortum, ek yeri yok, nereye sokarsan sok!”…. “Oku bakiiim”?!...
Daha yeni bir zamanda bu forumda Türkçe için celalendim. Kızdığım arkadaşlar yanlışını kabul eder ve düzeltirken, yönetici arkadaşlar, “Abi ya şu Türkçe işinden vaz geçsen, kimse yazı yazmayacak sonra ‘Hüseyin bizi rezil edecek’ diye” dediler… Güler misin ağlar mısın? “Olur” dedik. Vaz geçtik…
Ancak yazdıklarımın anlaşılmayışı üzerine canım fena halde sıkıldı. Sonuç olarak yazdığım yazıları anlamayan arkadaş, 150 lira ile boynumu bükmeye çalıştı. Şimdi bu konuda helalleştik. Ancak yanlış anlamasını düzeltmek ya da kendi savını kanıtlamak için, “diplomasını yedireceğim bir Türkçe öğretmeni” aramaya gitti. Bulup gelince benim yazdıklarımı bana yedirmeyi deneyecek.
Bekliyorum. Kaç gün, kaç yıl beklerim bilmiyorum...
Bu konudaki metin çözümlemelerine geçmeden önce, usulen forum ortamlarında gelişen bazı eğilimlerden söz etmek istiyorum:
Yazılı bir metin, bir konudan oluşur. Bir konu ise; konu başlığı ve içerikten oluşur. En basit bir metinin “giriş gelişme ve sonuç” bölümleri vardır. Tıpkı “açılış, oyun ortası ve oyun sonu” gibidir bir yazılı metin. Bu üç aşamayı anayasa metinlerinde ve daha sonra çıkan yasa metinlerinde bile görebilirsiniz. Yaşamın neresine ve nesine baksanız bulabilirsiniz. Doğum, yaşam, ölüm gibidir bu aşamalar. En genelden en özele değin, hücreye atoma değin bulabilirsiniz. Bu yüzden bir metini okurken konu başlığından, son satırdaki noktalama işaretine değin dikkate almak zorundasınız. Son noktayı bile gözden kaçırsanız, “konum değerlendirmeniz” eksik kalır, hatta yanlış olabilir.
Karşılıklı iletişimde beden dilinin yerini yazılı metinlerde noktalama işaretleri ve sayfa düzeni tamamlamaya çalışır. Beden dilinin iletişimdeki payı % 60 civarındadır. Bir metini çözümlerken, konu başlığı, içeriği, noktalama işaretleri, sayfa düzeni ve paragraf, tümce ve sözcük yapılarına bakmak gerekir. Bunlara bakmaz iseniz en fazla %40’nı anlarsınız içeriğin ve kırkar durusunuz ondan sonra, belden aşağı belden yukarı, ayrım gözetmeden katliama girişirsiniz… Aynaya hiç bakmadan "cımbızlar" durursunuz...
Son yıllarda forum yazılarında paragraf olayı şekil değiştirmeye başlamıştır. Paragraf konu içerisindeki “alt başlıkları” ifade eder ya da anlatılan konunun ana maddelerini kapsar. Bir “açılış” teorisinin ana devam yolları gibidir paragraf. Satırlar devam yolarındaki hamleler gibidir.
Paragraf açmak için satır başına göre iki parmak içeriden başlamak gerekir. Bu okullarda öğrendiğimizdir. Ancak bilgisayar ortamlarında paragraf açmak "zahmetli" olduğundan, “enter” tuşuyla bir satır boşluğu yaparak satır başından paragraf açar olduk. Bu bilgisayar yazılarında paragraf açmanın geçirdiği bir evrim olarak kabul edilebilir mi? Yoksa yaygınlaşan yanlışın yasallaşması mıdır, tartışılabilir. Paragraf en az bir tümceden oluşur. Yani bir konuya değin devam eder. Eğer benim yazılarımda satır boşluğu var ise bu bir paragraf anlamındadır. Bir üstündeki konuya ilişik ya da bağlı olsa bile, ayrı bir konu olarak ele alınabilecek, yeni bir konu olmayı da hak etmiş demektir. Aslında satır başı yapmak da aynı paragrafın içeriğine aittir. “Ana devam yolu” değişince, yeni bir paragrafı başlatırken iki parmak içerden başlamak, üst başlığın altında açılan alt başlıkların değiştiğinin imidir. Tek satırlık tümcelerin alt alta yazılışı şeklinde gelişen, benim “şiirsel” dediğim, şiir olmayan ama şiir formunda yazılıp, şiirden şiir formunu ödünç alarak, şiir formunun sempatisinden yararlanmak yoluyla, her satıra vurgu yapmaya çalıştığım yazılarım da vardır zaman zaman.
Söylemek istediğim ben de paragrafı satır boşluğu vererek açar oldum. Bunun nedeni paragraf açarken kaybettiğim zamanı kazanma çabasının yanı sıra bazı forumlarda paragraf açmış olsam da yazıyı yayınlayınca benim pargraflarımın yine satır başına dayanmış olarak yayınlandığını görmüş olmamdır. Ancak metin çözümlemesi yaparken, satır boşluğu verdiğim yerlerin iki paragraf arası olduğunun altını çizmek isterim.
“BİTTİ” demiştim, ama bitmeyen bir şeyler var. Sanki “Bitmeyen Kavga” gibi…
Satrancı bırakma noktasındayım. Hala düşünüyorum. Ben bıraksam beni bırakmayacaklar var. Onları ne yapacağıma karar veremedim. Hala düşünüyorum…
Bir kitabı okuduğum zaman, eğer o kitaptan bir tümce belleğimde kalırsa, o kitap “yapıt” olma hakkını kazanır gözümde. Öncesinde yalnızca oyuncu olduğum, ama 5 yıldır antrenör olarak yer aldığım satranç dünyasından bu gün kopmuş olsam, ardımda ne kalır diye düşündüğümde, bir dost geldi uzaklardan önüme düştü. Söyledikleriyle gözümden yaş düştü. Onun adını bile hak etmeyen bir dünyaya karşı, onun kim olduğunu, ne söylediğini anlatmayacağım. Eğer satranç ailesi bir kitap ise, bir tek bu arkadaşım belleğimde kalacak tek sözcüktür ve adı çocuklarım için “emmidir” bundan böyle. Ümmi bir toplumu bırakıp gidememişsem, bu toplum bunu bu emmiye borçludur.
Bir tek eylemini söyleyeceğim onun: 300 lira para bıraktı gitti. Benim buna gereksinmem yoktu. Ne kadar kavga ettiysem sokuşturacak bir yerimi buldu. Ne yapacağım ben bu parayı dediğimde, “Harcayacak hiçbir yer bulamazsan güvercinlere yem atarsın kardeşim” dedi. Düşündüm. Antalya’da böyle bir yer yok. Bazı kentlerde, İzmir Konak’ta, İstanbul’un çeşitli camilerinin önlerinde güvercinler olur, buğday satanlar vardır oralarda, hem onlar yolunu bulur, hem de güvercinler yaşamaya devam eder, biz de çocuklarımıza “bak yavrum, işte bu güvercin” deme fırsatı buluruz. Güvercinler yaşamalı diye düşündüm. Yoksa çocuklarımıza kuş beyinli sözünü açıklama fırsatını nerden bulacağız?...
Antalya’da Konyaltı kumsalının başlangıcındaki kayalıklara eskiler “Güvercinlik” derdi. Şimdi o bölgenin adı Falezler olarak anılır. Oğlumun deyimi ve sözcük üretimiyle “taşsallar”… Oralarda bir yerlerde bir “güvercinlik” kurabilir miyim bilmiyorum. Dün gittim baktım ve bir adet güvercin gördüm. Devamı gelir mi bilmiyorum. Ama bir güvercinlik kurabilirsem, ben de orada buğday satarak yolumu bulurum. Ben demedim mi size, “bu hayatı neresinden dokunursam kazanırım” diye? Can Yücel’in bir savunmasını devreye sokarak, “söylemenin en iyi biçimi yapmaktır” sözünün sahibi Mehmet KADI yoldaşımın bir sözünü anmak isterim: “Ben rızkımı eşeğin götünden çıkarırım”…
Ya benim ahım nerden çıkmaz ki?!...
Bunca yıl bir halı ve hali dokudum ey ahali!
Eğer yazdıklarımın yarısını, çeyreğini OKUSAYDINIZ ben neyi DOKUDUM anlardınız!
Benim halıma ve halime iyi bakın!
Bakmak ve görmek ayrımında bakın!
OKUYUN!
Yeşil yazdım, kızıl yazdım, al yazdım ama “ver” yazmadım!
Şimdi yazıyorum; veren kim ise gönlünüze göre ver-sin!
Verenin verdiği sizinle birlikte sininize girsin!
“İyilik yapan bir insan bunu hiç anımsamamalı, iyilik yapılan da hiç unutmamalı.”
Bu öğretinin, eskiden bireyin onuru kırılmasın diye böyle söylenip öğütlendiğini biliyoruz. Ancak günümüzde öylesine bir bozulma yaşanıyor ki, artık “bak ben bu iyiliği yapıyorum” dercesine bir yarış oluşturmak gerekiyor. Yoksa iyiliğin cenaze namazını çoktan kılmak gerekiyor.
Hakkari’ye 10 takım yollayacağımı söyledim. Bunu gösteriş için söylemedim. Doğu toplumlarında “gösteriş” ve övünmek ayıplanır. Bilmez ve değer vermez değilim. Bunu içinde bulunduğumuz toplumsal yapıyı göstermek için söyledim. Kasparov’un bir sözü vardır: “İyi oyuncu kurallara uyar, daha iyisi ise, kuralları ihlal edebilir.” Başkalarının ihlal ve ihmallerini sizlere göstermek adına kural ihlalinde bulundum. 20 kişilik bir sınıfa yeter düşüncesiyle “10 takım benden” dedim. Bunu her hangi bir düğünde yapılan takı töreninde verilen katkı olarak düşünülmesini isterim. Evlenene, iş kurana herkes yardım etmeli. Hakkarili kardeşlerimin "düğününe" 10 takım gönderdim. Darısı diğer düğünlerin başına!...
Beni bu yerlerde yazmaya zorlayan sevgili dostum!
Verdiğin 300 lira ile başka düğünlere gidebilme olanağım arttı biraz. Bu 300 lira benim 150 lirayı döver! Yaşamının 35 yılında cüzdan taşımayan bir adam için, “alışmadık kıçta don durmaz” ya da “köpek neyler takkeyi, tingilderken düşürür” örneği gibi, bu 300 lira bende durmaz! Su akar çukurunu çatlağını bulur misali, varır çukurunu bulur bir gün.
Eh ben de bir çukur bulurum nasıl olsa bir gün.
Bir çukurdan çıkıp bir çukura gömülmek değil mi yaşam dediğin?...
Ben “Pandoranın Kutusu” nerededir onu biliyorum. OKURSANIZ siz de bulursunuz!...
Daha yazacağım. Yakışıksız bir tartışmayı bitirmek için, araya giren dostlarımı kırmamak, hatta ilgili arkadaşı da kırmamak adına "Bitti" dedim. (Zaten benim sorunum da kendisi değildi. Bunu daha sonra metin çözümlemeleriyle birlikte anlatacağım. Bu derse gereksinim var!) Ama görünen o ki işimiz daha bitmemiş. Satranç dünyasının bir kitap, bir yapıt olduğunu kanıtlayan bir kişi de olsa, varmış! Şimdi bu kitabı bir ansiklopediye çevirmek gerek!
Sürçü Lisan ettimse affetmeyin!
Saygılarımla…
Şimdi soracaksınız;
Bu halı nedir, ip nedir?
Halı nasıl dokunur, dokunan halı nasıl okunur?
Okuyana nasıl dokunur okumayana nasıl dokunur?...
Halı dokumayı bilir misiniz?
Bilmezsiniz!
Peki okumayı bilir misiniz?
Onu nerden bileceksiniz ki?!...
Eski Türklerde
Oba beyi aynı zamanda obanın hukuk, adalet işlerini de yürütürdü. Yani bir tür "devlet yumurtası" aşamasındadır oba beyi... Şimdilerde de bazı beyler kendini devlet yumurtası sanıyor ya, o süreç başka bu süreç başka…
Bir kızı ailesi istemediği birine veriyorsa eğer, kız buna tepkisini, yeşil üstüne baskınca AL (kırmızı) dokuyarak dokuduğu halıda gösterirmiş. İsyan etmek, büyüklerin karşısında söz söylemek o zamanlar “kural dışı hamle”.... Ancak kendini anlatmanın o dönemlere özgü usulleri, “doğru hamle” biçimleri de yok değil.
Halıları gören oba beyi bu durumu görünce kızın derdini anlar, dinler adaleti sağlamaya çalışırmış.
Yeşil sözü de "Yaşıl" sözünden gelir. Yaşıl, yaştan yaşıyor olandan doğar. Al, kırmızı renkler ise kanı anlatır çoğu gelenekte.
Kısaca "yaşamımın üstüne kan dökülüyor, kanıma giriyorlar" gibi bir anlam üretilebilir, tepkili kızın dokuduğu halıdan...
Bu yüzden al giymek hala tepkiyi ifade eder. Bu durum bazı türkülerde de yerini bulur:
"Kime kin ettin de giydin alları"…
Başımıza bir oba beyi mi seçsek ne?!...
Halı üzerinde her motifin, her rengin bir anlamı vardır. “Aşkı dokudum kilime” derken şair, bunun bir geldisi vardır. Her motif ve rengin bir anlamı olduğu gibi bunlar arasındaki uyum ve uyumsuzluğun da bir anlamı vardır. Tıpkı dizilmiş bir satranç konumu gibidir halı. Her taşın tek başına ve diğerleriyle birlikte oluşturduğu değerler gibidir. Yani tahtada sayısal değerler ve konumsal değerler nasıl ayrı ayrı ve birlikte değerlendiriliyorsa, halının üstündeki renkler ve motifler de ayrı ayrı ve birlikte farklı değerlere ve anlamlara sahiptir. Önemli olan “konum değerlendirmesi” ölçütlerini bilmek olduğu gibi, “halı okumayı” da bilmek gerek. Dokumayı bilmek değil yalnızca; bir de okumayı bilmek!
Sorun burada daha dokuma aşamasında halıyı okuma sorunudur. Eski beyler bu marifete sahip iken bizler önümüze sunulan yazıları okumaktan aciz bir toplumun içerisinde debelenip duruyoruz ve bizleri istemediğimiz hükümlere kurban etmeye devam ediyorlar. Bunca yıldır yazdığım yazıların her aşamasında “yeşil üstüne al” dokudum. Ortalık kıpkırmızı oldu ben başkalarının yaptığından utandım kızardım ama başkalarının yüzü hiç kızarmadı.
Okuma özürlü bir toplumuz. Okuduğumuzu sanan, ama okuduğunu yanlış okuyan, anlamayan, anlasa da semer ağacını kıran, aptallığın çoğunluk olduğu bir ülke olduk.
Okumayı bilir misiniz? Biliriz? Nedir okumak?
Yazılı, görsel, işitsel ve diğer duyusal yollarla iletilen bir metindeki (metin nedir?) “iletiyi” alabilme, yorumlayıp anlayabilme yeteneğidir okumak. Satrancın bir amacı da bu yeteneği geliştirmektir. Dakikada milyonlarca hamle hesaplayan satranççılarımız ne milyonlarca hamle hesapladığını biliyor, ne de okuduğunu anlıyor. Anlamak ile anlanmak arasında debelenip duruyorlar, çoğu... Nitelikli bir azınlığı ayırmam gerek kuşkusuz...
Fırlatılan okun ucundaki iletinin algılanıp yorumlanıp anlaşılmasıyla başlar Türkçede okumak.
Tıpkı yapılan hamlenin anlamını çözmek gibidir.
Atalarımızın çok eskiden haberleşme araçları içerisinde ok vardı. Bir yerden bir yere fırlatılan okun ucundaki “metin” okunurdu. Yaydan “yayınlanan” ok okumak fiilinin kökünü oluşturur. Bu anlamda en ilkel matbalardan; yayınevlerinden biri yay olurken, en ilkel “metinlerden” biri de oktur. Köylük yerlerimizde düğün davetiyesi olarak gönderilen hediyelik eşyalar birer metin niteliğindedir. İlettiği bir ileti vardır. Bu hediyelik eşyaların adı OKU olarak adlandırılır. Alan okur! Kuran "OKU" diye başlar. Elin ateisti okur ama bizim müslüman okumaz. Müslim ya; “teslim olmuş” ya, okusa ne olur okumasa ne olur? Onun yerine yazan da olur okuyan da olur. Yazan okuyan o olur, ama o 0(sıfır) olur, “-1” olur, eks olur, ama “1” olmaz. Olsa ne olur olmasa ne olur. Sandalye masa yerinde olduktan sonra?...
Herkes suyu biliyor. Ama H2O’yu bilen yok. İşin kimyasına inen yok. Fiziğine büzüğüne bakan yok. Önüne bakan yok, ardına bakan yok, işine bakan çok, öyle demiyorlar mı; “işine bak sen”, doğru, ama bizim bakanlarımız işimizi de içimizi de yakanlarımız oluyor da, hesabını soran yok.
Kızılderililer dumanlarla “okuryazar” idiler. Havada uçan dumanı okurlardı. Ama biz yandık duman olduk okuyan yok! İçinde bulunduğumuz yangını okuyan yok. Güvercinler bizden fazla okuturdu belki. Kuş kadar aklın yok sözü belki de kuşlara haksızlık. Okuduğunu sanan, okuttuğunu sanan çok, Neydi o reklam: “Hortum, ek yeri yok, nereye sokarsan sok!”…. “Oku bakiiim”?!...
Daha yeni bir zamanda bu forumda Türkçe için celalendim. Kızdığım arkadaşlar yanlışını kabul eder ve düzeltirken, yönetici arkadaşlar, “Abi ya şu Türkçe işinden vaz geçsen, kimse yazı yazmayacak sonra ‘Hüseyin bizi rezil edecek’ diye” dediler… Güler misin ağlar mısın? “Olur” dedik. Vaz geçtik…
Ancak yazdıklarımın anlaşılmayışı üzerine canım fena halde sıkıldı. Sonuç olarak yazdığım yazıları anlamayan arkadaş, 150 lira ile boynumu bükmeye çalıştı. Şimdi bu konuda helalleştik. Ancak yanlış anlamasını düzeltmek ya da kendi savını kanıtlamak için, “diplomasını yedireceğim bir Türkçe öğretmeni” aramaya gitti. Bulup gelince benim yazdıklarımı bana yedirmeyi deneyecek.
Bekliyorum. Kaç gün, kaç yıl beklerim bilmiyorum...
Bu konudaki metin çözümlemelerine geçmeden önce, usulen forum ortamlarında gelişen bazı eğilimlerden söz etmek istiyorum:
Yazılı bir metin, bir konudan oluşur. Bir konu ise; konu başlığı ve içerikten oluşur. En basit bir metinin “giriş gelişme ve sonuç” bölümleri vardır. Tıpkı “açılış, oyun ortası ve oyun sonu” gibidir bir yazılı metin. Bu üç aşamayı anayasa metinlerinde ve daha sonra çıkan yasa metinlerinde bile görebilirsiniz. Yaşamın neresine ve nesine baksanız bulabilirsiniz. Doğum, yaşam, ölüm gibidir bu aşamalar. En genelden en özele değin, hücreye atoma değin bulabilirsiniz. Bu yüzden bir metini okurken konu başlığından, son satırdaki noktalama işaretine değin dikkate almak zorundasınız. Son noktayı bile gözden kaçırsanız, “konum değerlendirmeniz” eksik kalır, hatta yanlış olabilir.
Karşılıklı iletişimde beden dilinin yerini yazılı metinlerde noktalama işaretleri ve sayfa düzeni tamamlamaya çalışır. Beden dilinin iletişimdeki payı % 60 civarındadır. Bir metini çözümlerken, konu başlığı, içeriği, noktalama işaretleri, sayfa düzeni ve paragraf, tümce ve sözcük yapılarına bakmak gerekir. Bunlara bakmaz iseniz en fazla %40’nı anlarsınız içeriğin ve kırkar durusunuz ondan sonra, belden aşağı belden yukarı, ayrım gözetmeden katliama girişirsiniz… Aynaya hiç bakmadan "cımbızlar" durursunuz...
Son yıllarda forum yazılarında paragraf olayı şekil değiştirmeye başlamıştır. Paragraf konu içerisindeki “alt başlıkları” ifade eder ya da anlatılan konunun ana maddelerini kapsar. Bir “açılış” teorisinin ana devam yolları gibidir paragraf. Satırlar devam yolarındaki hamleler gibidir.
Paragraf açmak için satır başına göre iki parmak içeriden başlamak gerekir. Bu okullarda öğrendiğimizdir. Ancak bilgisayar ortamlarında paragraf açmak "zahmetli" olduğundan, “enter” tuşuyla bir satır boşluğu yaparak satır başından paragraf açar olduk. Bu bilgisayar yazılarında paragraf açmanın geçirdiği bir evrim olarak kabul edilebilir mi? Yoksa yaygınlaşan yanlışın yasallaşması mıdır, tartışılabilir. Paragraf en az bir tümceden oluşur. Yani bir konuya değin devam eder. Eğer benim yazılarımda satır boşluğu var ise bu bir paragraf anlamındadır. Bir üstündeki konuya ilişik ya da bağlı olsa bile, ayrı bir konu olarak ele alınabilecek, yeni bir konu olmayı da hak etmiş demektir. Aslında satır başı yapmak da aynı paragrafın içeriğine aittir. “Ana devam yolu” değişince, yeni bir paragrafı başlatırken iki parmak içerden başlamak, üst başlığın altında açılan alt başlıkların değiştiğinin imidir. Tek satırlık tümcelerin alt alta yazılışı şeklinde gelişen, benim “şiirsel” dediğim, şiir olmayan ama şiir formunda yazılıp, şiirden şiir formunu ödünç alarak, şiir formunun sempatisinden yararlanmak yoluyla, her satıra vurgu yapmaya çalıştığım yazılarım da vardır zaman zaman.
Söylemek istediğim ben de paragrafı satır boşluğu vererek açar oldum. Bunun nedeni paragraf açarken kaybettiğim zamanı kazanma çabasının yanı sıra bazı forumlarda paragraf açmış olsam da yazıyı yayınlayınca benim pargraflarımın yine satır başına dayanmış olarak yayınlandığını görmüş olmamdır. Ancak metin çözümlemesi yaparken, satır boşluğu verdiğim yerlerin iki paragraf arası olduğunun altını çizmek isterim.
“BİTTİ” demiştim, ama bitmeyen bir şeyler var. Sanki “Bitmeyen Kavga” gibi…
Satrancı bırakma noktasındayım. Hala düşünüyorum. Ben bıraksam beni bırakmayacaklar var. Onları ne yapacağıma karar veremedim. Hala düşünüyorum…
Bir kitabı okuduğum zaman, eğer o kitaptan bir tümce belleğimde kalırsa, o kitap “yapıt” olma hakkını kazanır gözümde. Öncesinde yalnızca oyuncu olduğum, ama 5 yıldır antrenör olarak yer aldığım satranç dünyasından bu gün kopmuş olsam, ardımda ne kalır diye düşündüğümde, bir dost geldi uzaklardan önüme düştü. Söyledikleriyle gözümden yaş düştü. Onun adını bile hak etmeyen bir dünyaya karşı, onun kim olduğunu, ne söylediğini anlatmayacağım. Eğer satranç ailesi bir kitap ise, bir tek bu arkadaşım belleğimde kalacak tek sözcüktür ve adı çocuklarım için “emmidir” bundan böyle. Ümmi bir toplumu bırakıp gidememişsem, bu toplum bunu bu emmiye borçludur.
Bir tek eylemini söyleyeceğim onun: 300 lira para bıraktı gitti. Benim buna gereksinmem yoktu. Ne kadar kavga ettiysem sokuşturacak bir yerimi buldu. Ne yapacağım ben bu parayı dediğimde, “Harcayacak hiçbir yer bulamazsan güvercinlere yem atarsın kardeşim” dedi. Düşündüm. Antalya’da böyle bir yer yok. Bazı kentlerde, İzmir Konak’ta, İstanbul’un çeşitli camilerinin önlerinde güvercinler olur, buğday satanlar vardır oralarda, hem onlar yolunu bulur, hem de güvercinler yaşamaya devam eder, biz de çocuklarımıza “bak yavrum, işte bu güvercin” deme fırsatı buluruz. Güvercinler yaşamalı diye düşündüm. Yoksa çocuklarımıza kuş beyinli sözünü açıklama fırsatını nerden bulacağız?...
Antalya’da Konyaltı kumsalının başlangıcındaki kayalıklara eskiler “Güvercinlik” derdi. Şimdi o bölgenin adı Falezler olarak anılır. Oğlumun deyimi ve sözcük üretimiyle “taşsallar”… Oralarda bir yerlerde bir “güvercinlik” kurabilir miyim bilmiyorum. Dün gittim baktım ve bir adet güvercin gördüm. Devamı gelir mi bilmiyorum. Ama bir güvercinlik kurabilirsem, ben de orada buğday satarak yolumu bulurum. Ben demedim mi size, “bu hayatı neresinden dokunursam kazanırım” diye? Can Yücel’in bir savunmasını devreye sokarak, “söylemenin en iyi biçimi yapmaktır” sözünün sahibi Mehmet KADI yoldaşımın bir sözünü anmak isterim: “Ben rızkımı eşeğin götünden çıkarırım”…
Ya benim ahım nerden çıkmaz ki?!...
Bunca yıl bir halı ve hali dokudum ey ahali!
Eğer yazdıklarımın yarısını, çeyreğini OKUSAYDINIZ ben neyi DOKUDUM anlardınız!
Benim halıma ve halime iyi bakın!
Bakmak ve görmek ayrımında bakın!
OKUYUN!
Yeşil yazdım, kızıl yazdım, al yazdım ama “ver” yazmadım!
Şimdi yazıyorum; veren kim ise gönlünüze göre ver-sin!
Verenin verdiği sizinle birlikte sininize girsin!
“İyilik yapan bir insan bunu hiç anımsamamalı, iyilik yapılan da hiç unutmamalı.”
Bu öğretinin, eskiden bireyin onuru kırılmasın diye böyle söylenip öğütlendiğini biliyoruz. Ancak günümüzde öylesine bir bozulma yaşanıyor ki, artık “bak ben bu iyiliği yapıyorum” dercesine bir yarış oluşturmak gerekiyor. Yoksa iyiliğin cenaze namazını çoktan kılmak gerekiyor.
Hakkari’ye 10 takım yollayacağımı söyledim. Bunu gösteriş için söylemedim. Doğu toplumlarında “gösteriş” ve övünmek ayıplanır. Bilmez ve değer vermez değilim. Bunu içinde bulunduğumuz toplumsal yapıyı göstermek için söyledim. Kasparov’un bir sözü vardır: “İyi oyuncu kurallara uyar, daha iyisi ise, kuralları ihlal edebilir.” Başkalarının ihlal ve ihmallerini sizlere göstermek adına kural ihlalinde bulundum. 20 kişilik bir sınıfa yeter düşüncesiyle “10 takım benden” dedim. Bunu her hangi bir düğünde yapılan takı töreninde verilen katkı olarak düşünülmesini isterim. Evlenene, iş kurana herkes yardım etmeli. Hakkarili kardeşlerimin "düğününe" 10 takım gönderdim. Darısı diğer düğünlerin başına!...
Beni bu yerlerde yazmaya zorlayan sevgili dostum!
Verdiğin 300 lira ile başka düğünlere gidebilme olanağım arttı biraz. Bu 300 lira benim 150 lirayı döver! Yaşamının 35 yılında cüzdan taşımayan bir adam için, “alışmadık kıçta don durmaz” ya da “köpek neyler takkeyi, tingilderken düşürür” örneği gibi, bu 300 lira bende durmaz! Su akar çukurunu çatlağını bulur misali, varır çukurunu bulur bir gün.
Eh ben de bir çukur bulurum nasıl olsa bir gün.
Bir çukurdan çıkıp bir çukura gömülmek değil mi yaşam dediğin?...
Ben “Pandoranın Kutusu” nerededir onu biliyorum. OKURSANIZ siz de bulursunuz!...
Daha yazacağım. Yakışıksız bir tartışmayı bitirmek için, araya giren dostlarımı kırmamak, hatta ilgili arkadaşı da kırmamak adına "Bitti" dedim. (Zaten benim sorunum da kendisi değildi. Bunu daha sonra metin çözümlemeleriyle birlikte anlatacağım. Bu derse gereksinim var!) Ama görünen o ki işimiz daha bitmemiş. Satranç dünyasının bir kitap, bir yapıt olduğunu kanıtlayan bir kişi de olsa, varmış! Şimdi bu kitabı bir ansiklopediye çevirmek gerek!
Sürçü Lisan ettimse affetmeyin!
Saygılarımla…