15-09-2012, 09:07
Aşık Veysel'in kendi saz çalışına takılmalar nedeniyle Nasrettin Hoca üzerinden anlattığı bir fırka vardır:
Nasrettin Hoca saz çalıyormuş. Çalarken de tezeneye devamlı vurduğu halde diğer elin bir yerde sabit tutuyormuş. Karısı gelmiş yanına:
- Sen ne biçim saz çalıyorsun böyle?
- Ne varmış saz çalışımda?
- Herkes elini bir aşağı bir yukarı gezdiriyor, sense tuttuğun yeri hiç bırakmıyorsun...
- Hanım hanım, onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar!
Şu iki tümce benim söylediğimi tanımlamıyor:
"...son zamanlarda umudu azalmış bir görüntü veriyorsun" (ERTAN)
"... umutsuz olman beni hem üzdü hem şaşırtı.." (KAYA)
Umutsuzluk ile umut arasında bir sıfır noktası varsa ve sıfırın altı umutsuzluk sıfırın üstü umut ise eğer benim bulunduğum yer sıfır noktasıdır. Bu nokta "gerçekçiliğin" hüküm sürdüğü noktadır! Dün bunu tekrar düşündüm. Acaba bu noktada durmak "kaba gerçekçilik" midir? Yoksa "somut gerçekçilik" midir? Peki somut gerçekçilik mi, soyut gerçekçilik mi?... ("gerçekçilik"... Ger ve çek! Gerin ve çekilin. Geriliyorsunuz, çekiliyorsunuz... Kendinizi aynı zamanda bir yay ve ok kılarak gerilip çekiliyorsanız ne ala, yay kısmınız elinizde kalsa da ok kısmınız ileri gider. Yok sadece geriliyor ve çekiliyorsanız kötü...)
Bir yerde şu satırları okudum: "gerçekçiliği, insanı hem birey olarak kendi gerçekliği, hem de toplumsal varlık olarak yaşımın gerçekliği içine oturtmak, onun dışındaki nesneler ve insanlarla tüm ilişkilerinin bütünü olarak kavramak..."
Neyse siz benim tuttuğum yeri arayadurun şimdi
Bu arada bizim Hoca'nın da bir Nasrettin'i eksik. Nasrettin desek olmaz ama ben bundan sonra ona "Neşrettin Hoca" diyeceğim...
Karnınız açken pazara çıkarsanız gereğinden fazla alış veriş yapıyormuşsunuz. Onun benzeri, çok güzel bir konuda yazarken bile canınız sıkkın ise yazdığınız yazıda sapmalar olabiliyor. Konu kadar kafanız da güzel olmalı. Dün canımın çok sıkkın olduğu bir anda, hatta yazıyı yazarken ara verip sık sık bağırmak zorunda kaldığım bir zaman diliminde yazmıştım. (Şimdi "belli belli" deyip de kendinize pay çıkarmaya çalışıp konuyu gümletmeyin siz de sakın...). Sonra yazabilirdim ama konuya dayanamadım. Rakının yanında sanki Kırkağaç kavunu gibi duruyordu...
Bu gün yazsaydım son tümceyi şöyle yazardım örneğin:
Bunca olumsuzluğun olduğu bir dünyada insanın "tarafsızım" demesi olası değil. Olumsuzluğa tavır almayan ona ortak oluyor demektir...
Evet son tümceyi değiştirirdim ama "gerçekçiliğimden" sanırım taviz vermezdim! Bu konuda hepinizi epey koşturacağımı sanıyorum. Bence maçın bu bölümünde eklemeli tempoyla oynamanız daha iyi olur
Neşrettin Efendi, sanatın bir yönü fark edilse de edilmese de daima provakatiftir!
Sena Nur konuya güzel bir giriş yapmış, Oktay'dan el alarak...
Elleri ellere verin de
Elleri ellere vermeyin!
(Hadi gene iyisiniz sabah sabah çaktırmadan kıvırdınız bir "mısra-ı berceste" benden! )
Nasrettin Hoca saz çalıyormuş. Çalarken de tezeneye devamlı vurduğu halde diğer elin bir yerde sabit tutuyormuş. Karısı gelmiş yanına:
- Sen ne biçim saz çalıyorsun böyle?
- Ne varmış saz çalışımda?
- Herkes elini bir aşağı bir yukarı gezdiriyor, sense tuttuğun yeri hiç bırakmıyorsun...
- Hanım hanım, onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar!
Şu iki tümce benim söylediğimi tanımlamıyor:
"...son zamanlarda umudu azalmış bir görüntü veriyorsun" (ERTAN)
"... umutsuz olman beni hem üzdü hem şaşırtı.." (KAYA)
Umutsuzluk ile umut arasında bir sıfır noktası varsa ve sıfırın altı umutsuzluk sıfırın üstü umut ise eğer benim bulunduğum yer sıfır noktasıdır. Bu nokta "gerçekçiliğin" hüküm sürdüğü noktadır! Dün bunu tekrar düşündüm. Acaba bu noktada durmak "kaba gerçekçilik" midir? Yoksa "somut gerçekçilik" midir? Peki somut gerçekçilik mi, soyut gerçekçilik mi?... ("gerçekçilik"... Ger ve çek! Gerin ve çekilin. Geriliyorsunuz, çekiliyorsunuz... Kendinizi aynı zamanda bir yay ve ok kılarak gerilip çekiliyorsanız ne ala, yay kısmınız elinizde kalsa da ok kısmınız ileri gider. Yok sadece geriliyor ve çekiliyorsanız kötü...)
Bir yerde şu satırları okudum: "gerçekçiliği, insanı hem birey olarak kendi gerçekliği, hem de toplumsal varlık olarak yaşımın gerçekliği içine oturtmak, onun dışındaki nesneler ve insanlarla tüm ilişkilerinin bütünü olarak kavramak..."
Neyse siz benim tuttuğum yeri arayadurun şimdi
Bu arada bizim Hoca'nın da bir Nasrettin'i eksik. Nasrettin desek olmaz ama ben bundan sonra ona "Neşrettin Hoca" diyeceğim...
Karnınız açken pazara çıkarsanız gereğinden fazla alış veriş yapıyormuşsunuz. Onun benzeri, çok güzel bir konuda yazarken bile canınız sıkkın ise yazdığınız yazıda sapmalar olabiliyor. Konu kadar kafanız da güzel olmalı. Dün canımın çok sıkkın olduğu bir anda, hatta yazıyı yazarken ara verip sık sık bağırmak zorunda kaldığım bir zaman diliminde yazmıştım. (Şimdi "belli belli" deyip de kendinize pay çıkarmaya çalışıp konuyu gümletmeyin siz de sakın...). Sonra yazabilirdim ama konuya dayanamadım. Rakının yanında sanki Kırkağaç kavunu gibi duruyordu...
Bu gün yazsaydım son tümceyi şöyle yazardım örneğin:
Bunca olumsuzluğun olduğu bir dünyada insanın "tarafsızım" demesi olası değil. Olumsuzluğa tavır almayan ona ortak oluyor demektir...
Evet son tümceyi değiştirirdim ama "gerçekçiliğimden" sanırım taviz vermezdim! Bu konuda hepinizi epey koşturacağımı sanıyorum. Bence maçın bu bölümünde eklemeli tempoyla oynamanız daha iyi olur
Neşrettin Efendi, sanatın bir yönü fark edilse de edilmese de daima provakatiftir!
Sena Nur konuya güzel bir giriş yapmış, Oktay'dan el alarak...
Elleri ellere verin de
Elleri ellere vermeyin!
(Hadi gene iyisiniz sabah sabah çaktırmadan kıvırdınız bir "mısra-ı berceste" benden! )