16-03-2014, 00:36
Yazın dünyasındaki kaliteyi geliştirmek maddi olanak sorunu ve elbette insan kaynağı + kalitesi ile ilgili. Dünyayı izleyen, dil bilen, kaynaklara ulaşan kişilerin ciddi çalışmaları sizin kalıcı olmanızı sağlıyor. Ama bunun arka planında, yaydığınız oyunun, ait olduğu kitledeki nasıl algılandığı birinci meseledir (veya sonuçtur).
Şöyle açayım:
Her sporun bir alıcı kitlesi var. Günümüzde bu kitle, sporu yapanlar değil, doğrudan ebeveynler. Çünkü zenginleşmenin bir sonucu artık veliler çocuklarını sırf doyurmakla ve okula göndermekle yetinmiyorlar. En az bir fiziksel sporda uzmanlaşması için ellerini ceplerine atıyorlar.
Bir veli için çocuğunun seçeceği spor daha çok referans ve tavsiyeler ile belirleniyor. Çocuk doktorundan anaokulu öğretmenine; iş arkadaşından başka öğrenci velisine, insanlar duydukları ile bir algıya kavuşuyorlar. Örneğin yüzme iskelet sistemine yararlıdır, basketbol sosyalleşma sağlar, tenis nezihtir, jimnastik sporların anasıdır gibi. Medya bu algıyı besliyor.
Bununla birlikte sağlana algının tamamı, salt duyum ve medyadan ibaret değil. Birçok sporun kendi geçmişinden gelen bir repütasyonu var. Aşağıda örneğini vereceğim binicilik gibi.
Satranç açısından ise maalesef dışa dönük algı kapıları tamamen kapalı. Başka sporlar gibi izlenirliği yok ve bir radyo programında bile üzerinde konuşulmayan bir spor durumunda. Bu halde bir satranç yayınevinin ayakta kalması ve düzgün üretim yapması neye bağlı olabilir?
Satrancın gelir getiren kesimi halihazırda ilkokul öğrenci kesimi. Genel alıcı ise anne-babalar. Peki bir anne baba, önünde basketbol, yüzme, hatta futbol gibi sporlar dururken niçin satranca yatırım yapsın ve böylece yayınevleri, merkezler, sistem niçin para kazansın?
2000 sonrasından sonra oluşturulmaya çalışılan "yeni satranç"ta hep nasıl sorusunun cevabı aranırken, kanımca bu ihmal edildi? Bir öğrenci velisini nasıl sisteme sokarız irdelenirken, bir öğrenci velisi "neden sisteme girsin" sorusu pas geçildi.
İlki ile ikincisi arasında fark şu çünkü: Nasıl veliyi sisteme dahil ederim sorusu, çok pragmatik şekilde çözülebiliyor. Veliye vaat verilip, kısa vadede sistemde tutulması sağlanabiliyor. Ancak veli zamanla kalitesiz turnuvaları, hiçbir estetiği olmayan salonları, bilgisiz eğiticileri farketmeye başlayınca hızla sistemden kaçıyor. Bu anlamda sistem, şehirlerarası otobüslerin mola yerlerindeki kötü lokantalara benziyor; müşteriyi nasılsa bir daha görmeyeceğinden kaliteye gerek yok.
Oysa müşteriye "neden satranç sistemine dahil olması gerektiğini" sorsanız, devamında kalite meselesine aklınızı yormanız gerekir. Bu size meselenin kalite ve algı (markasal değer) ile ilgili olduğunu yakalatır; işe mola yerindeki lokanta gibi değil, her müşteriye aynı standardı verdiğiniz bir elegant kafe zinciri gibi bakmanızı sağlar.
Satranç kalitesi açısından ise tek algı kapısı, turnuvalar. Konuyu örnekle şöyle açayım:
100 çocuğunun 2'ye bölünerek içeri alındığı (50'şerli) hafta sonu turnuvası düşünelim. Salon ve seyirci ayrılmış. Oyuncu turnuvadan 2 gün önce on-line kaydını tamamlamış ve e-posta ile onayı gelmiş. Boynuna asılması için hazırlanan resimli oyun kartını turnuvadan 1 gün önce almış. İlk tur eşlendirme de 1 gün önce internetten duyurulmuş.
Böylece turnuva başlamadan önce birbirini çiğneyip kayıt yaptırmasına veya ilk tur eşlendirmesini öğrenirken yüzüne gözüne yumruk yemesine gerek kalmamış. Salona 20 dakika önce geliyor, ailesi ile vedalaşıyor ve boynunda asılı kartı ile elektronik kontrolden geçerek temiz salona giriyor.
Salonda tuvaletler iç kısımda, çay-kahve-su ve hafif yiyeceklerin verildiği bir stand oyuncuların kullanımına hazır. Oyuncu ve hakemler dışında kimse yok, sadece ani bir durum için 1 sağlık görevlisi var. Seyirciler oyunculardan ayrı, tribünde veya dışarıda. Oyun bittiğinde oyuncu yardımcı hakemlerden birinin yönlendirmesi veya eşliğinde salonu terkediyor. Cep telefonu kapalı olsa dahi sahada yasak.
Biten oyunların skorları salona konulan bir skorboarda ve dışarı aplike edilmiş kapalı devre ekrandan yansıtılıyor. Her tur sonrası ilk 20 masanın oyunlarının yer aldığı bülten dağıtılıyor. Keza makul bir bedel ödeyen yayıncılar, kitapçılar, satranç merkezleri ve özel eğitimciler için saha dışında stand kullandırılıyor.
Bir öğrenci velisi böyle bir turnuva yaşadıktan sonra çocuğunun uzun yıllar bu elit ortamda kalmasını ister. Arkadaş toplantısında bunu anlatır, oyunun kalitesini yayar. Bu turnuva ortamı satranç bilmeyen bir veli için saygınlık hissidir. Veli, tıpkı çocuğu gibi kendisinin de insan yerine konulduğunu hisseder.
Nitekim insanlar binicilik, tenis, yüzme gibi bireysel sporlarda salt sağlıklı ve fit çocuklar yetiştirmek için değil (o da etken elbette) ama o sporların KALİTE ALGISI yüzünden o yatırımı yapıyor.
Yoksa özel bir geçmişi olmayan, ailesinde at yetiştirme geleneği olmayan kaç kişi çocuğunu binicilik eğitimine gönderir? Günlük hay-huy içinde, bu trafikte, teknolojide ebeveynler niçin atın tırıs mı rahvan mı gittiği ile ilgilenilmesini isterler?
Satrancın bugünkü hali AVM turnuvaları ve belediyelerden dilenilen sağlıksız, karanlık, 40 santim aralıkla oturulan 300 kişilik turnuvalarla tabana çökmüş durumda. Bir veli "satranç" kelimesinin sihri ile bu oyuna çocuğunu dahil eder etmesine de bu tuhaflık içinde kalıcı olmaz.
Başa dönersek:
Bir yayınevinin ayakta kalması için, ona amade bir kitleye ihtiyacı vardır. Denize kıyısı olmasına rağmen Libya'da yatçılık dergisi satamazsınız; ama denize kıyısı olmayan Avusturya veya Slovakya'da satarsınız. Bu, sosyal kalite ile ilgilidir.
Şu anda satrancın sıradan insanlardaki algısı Türkiye'de gün geçtikçe sönüyor. Genel algı zamanla "satranç 300 kişinin çadırda tepeleme oynadığı bir oyundur" ile "satranç küçük çocukların ilk tur eşlendirmesini öğrenmek için birbirini ezdiği, ya da AVM'de burgercinin orada laf olsun diye oynana bir oyundur" arasında sarkaç gibi gidip geliyor.
Bu sebeple turnuva kalitesi konusu ciddi şekilde masaya yatırılmalıdır.
Sorun para mı, ödül mü, yer mi, planlama mı konuşulmalı. Tabii şunu da söyleyeyim, kaliteden anlaşılması gereken 15 yıl aynı otele gömülen suistimal turnuvaları değil. Işıklandırması uygun, masa aralıkları belli, sayıca makul, bir oyuncunun kendini "insan" ve "sporcu" olarak hissedeceği ortamlar. Tıpkı bir jimnastik sporcusunun, bir binicilik öğrencisinin, bir tenis amatörünün hissettiği gibi.
Satranç medyada yok. Kitlesine ancak yaptığı turnuvalar üzerinden kendini gösterebilir halde. Diğer algı yolları kapalı. Ama açık olan bu yol, yani turnuvalar, kötüye giden koşullar yüzünden yakın zaman sonra bu oyunun güzelliğini tamamen ortadan kaldıracak.
Br yayınevinin yaşaması da bununla yani "turnuva kalitesi" ve algı ile orantılı. Kalite ortadan kalktıkça satrancın türev ekonomisini ayakta tutacak kitle de çekilip gidecek.
O yüzden, turnuva koşulları Türk satrancının ve hatta Türk satranç yayıncılığının ilk sorunudur.
dipnot 1: Şimdi bana yukarıda tarif ettiğim nitelikte bir turnuva düzenlemesinin imkansız olduğunu anlatılabilir, nerede yaşadığım sorulabilir. Ben de size dünyanın en masrafsız sporundan ve kaynakların en çarçur eden ülkesinden bahsederim. Yapmayın
dipnot 2: (16x60) Bu çok emin olduğum bir konudur, ama yazı çok uzun oldu, kısmet olursa bir sonrak yazımda anlamını söylerim :wink:
Şöyle açayım:
Her sporun bir alıcı kitlesi var. Günümüzde bu kitle, sporu yapanlar değil, doğrudan ebeveynler. Çünkü zenginleşmenin bir sonucu artık veliler çocuklarını sırf doyurmakla ve okula göndermekle yetinmiyorlar. En az bir fiziksel sporda uzmanlaşması için ellerini ceplerine atıyorlar.
Bir veli için çocuğunun seçeceği spor daha çok referans ve tavsiyeler ile belirleniyor. Çocuk doktorundan anaokulu öğretmenine; iş arkadaşından başka öğrenci velisine, insanlar duydukları ile bir algıya kavuşuyorlar. Örneğin yüzme iskelet sistemine yararlıdır, basketbol sosyalleşma sağlar, tenis nezihtir, jimnastik sporların anasıdır gibi. Medya bu algıyı besliyor.
Bununla birlikte sağlana algının tamamı, salt duyum ve medyadan ibaret değil. Birçok sporun kendi geçmişinden gelen bir repütasyonu var. Aşağıda örneğini vereceğim binicilik gibi.
Satranç açısından ise maalesef dışa dönük algı kapıları tamamen kapalı. Başka sporlar gibi izlenirliği yok ve bir radyo programında bile üzerinde konuşulmayan bir spor durumunda. Bu halde bir satranç yayınevinin ayakta kalması ve düzgün üretim yapması neye bağlı olabilir?
Satrancın gelir getiren kesimi halihazırda ilkokul öğrenci kesimi. Genel alıcı ise anne-babalar. Peki bir anne baba, önünde basketbol, yüzme, hatta futbol gibi sporlar dururken niçin satranca yatırım yapsın ve böylece yayınevleri, merkezler, sistem niçin para kazansın?
2000 sonrasından sonra oluşturulmaya çalışılan "yeni satranç"ta hep nasıl sorusunun cevabı aranırken, kanımca bu ihmal edildi? Bir öğrenci velisini nasıl sisteme sokarız irdelenirken, bir öğrenci velisi "neden sisteme girsin" sorusu pas geçildi.
İlki ile ikincisi arasında fark şu çünkü: Nasıl veliyi sisteme dahil ederim sorusu, çok pragmatik şekilde çözülebiliyor. Veliye vaat verilip, kısa vadede sistemde tutulması sağlanabiliyor. Ancak veli zamanla kalitesiz turnuvaları, hiçbir estetiği olmayan salonları, bilgisiz eğiticileri farketmeye başlayınca hızla sistemden kaçıyor. Bu anlamda sistem, şehirlerarası otobüslerin mola yerlerindeki kötü lokantalara benziyor; müşteriyi nasılsa bir daha görmeyeceğinden kaliteye gerek yok.
Oysa müşteriye "neden satranç sistemine dahil olması gerektiğini" sorsanız, devamında kalite meselesine aklınızı yormanız gerekir. Bu size meselenin kalite ve algı (markasal değer) ile ilgili olduğunu yakalatır; işe mola yerindeki lokanta gibi değil, her müşteriye aynı standardı verdiğiniz bir elegant kafe zinciri gibi bakmanızı sağlar.
Satranç kalitesi açısından ise tek algı kapısı, turnuvalar. Konuyu örnekle şöyle açayım:
100 çocuğunun 2'ye bölünerek içeri alındığı (50'şerli) hafta sonu turnuvası düşünelim. Salon ve seyirci ayrılmış. Oyuncu turnuvadan 2 gün önce on-line kaydını tamamlamış ve e-posta ile onayı gelmiş. Boynuna asılması için hazırlanan resimli oyun kartını turnuvadan 1 gün önce almış. İlk tur eşlendirme de 1 gün önce internetten duyurulmuş.
Böylece turnuva başlamadan önce birbirini çiğneyip kayıt yaptırmasına veya ilk tur eşlendirmesini öğrenirken yüzüne gözüne yumruk yemesine gerek kalmamış. Salona 20 dakika önce geliyor, ailesi ile vedalaşıyor ve boynunda asılı kartı ile elektronik kontrolden geçerek temiz salona giriyor.
Salonda tuvaletler iç kısımda, çay-kahve-su ve hafif yiyeceklerin verildiği bir stand oyuncuların kullanımına hazır. Oyuncu ve hakemler dışında kimse yok, sadece ani bir durum için 1 sağlık görevlisi var. Seyirciler oyunculardan ayrı, tribünde veya dışarıda. Oyun bittiğinde oyuncu yardımcı hakemlerden birinin yönlendirmesi veya eşliğinde salonu terkediyor. Cep telefonu kapalı olsa dahi sahada yasak.
Biten oyunların skorları salona konulan bir skorboarda ve dışarı aplike edilmiş kapalı devre ekrandan yansıtılıyor. Her tur sonrası ilk 20 masanın oyunlarının yer aldığı bülten dağıtılıyor. Keza makul bir bedel ödeyen yayıncılar, kitapçılar, satranç merkezleri ve özel eğitimciler için saha dışında stand kullandırılıyor.
Bir öğrenci velisi böyle bir turnuva yaşadıktan sonra çocuğunun uzun yıllar bu elit ortamda kalmasını ister. Arkadaş toplantısında bunu anlatır, oyunun kalitesini yayar. Bu turnuva ortamı satranç bilmeyen bir veli için saygınlık hissidir. Veli, tıpkı çocuğu gibi kendisinin de insan yerine konulduğunu hisseder.
Nitekim insanlar binicilik, tenis, yüzme gibi bireysel sporlarda salt sağlıklı ve fit çocuklar yetiştirmek için değil (o da etken elbette) ama o sporların KALİTE ALGISI yüzünden o yatırımı yapıyor.
Yoksa özel bir geçmişi olmayan, ailesinde at yetiştirme geleneği olmayan kaç kişi çocuğunu binicilik eğitimine gönderir? Günlük hay-huy içinde, bu trafikte, teknolojide ebeveynler niçin atın tırıs mı rahvan mı gittiği ile ilgilenilmesini isterler?
Satrancın bugünkü hali AVM turnuvaları ve belediyelerden dilenilen sağlıksız, karanlık, 40 santim aralıkla oturulan 300 kişilik turnuvalarla tabana çökmüş durumda. Bir veli "satranç" kelimesinin sihri ile bu oyuna çocuğunu dahil eder etmesine de bu tuhaflık içinde kalıcı olmaz.
Başa dönersek:
Bir yayınevinin ayakta kalması için, ona amade bir kitleye ihtiyacı vardır. Denize kıyısı olmasına rağmen Libya'da yatçılık dergisi satamazsınız; ama denize kıyısı olmayan Avusturya veya Slovakya'da satarsınız. Bu, sosyal kalite ile ilgilidir.
Şu anda satrancın sıradan insanlardaki algısı Türkiye'de gün geçtikçe sönüyor. Genel algı zamanla "satranç 300 kişinin çadırda tepeleme oynadığı bir oyundur" ile "satranç küçük çocukların ilk tur eşlendirmesini öğrenmek için birbirini ezdiği, ya da AVM'de burgercinin orada laf olsun diye oynana bir oyundur" arasında sarkaç gibi gidip geliyor.
Bu sebeple turnuva kalitesi konusu ciddi şekilde masaya yatırılmalıdır.
Sorun para mı, ödül mü, yer mi, planlama mı konuşulmalı. Tabii şunu da söyleyeyim, kaliteden anlaşılması gereken 15 yıl aynı otele gömülen suistimal turnuvaları değil. Işıklandırması uygun, masa aralıkları belli, sayıca makul, bir oyuncunun kendini "insan" ve "sporcu" olarak hissedeceği ortamlar. Tıpkı bir jimnastik sporcusunun, bir binicilik öğrencisinin, bir tenis amatörünün hissettiği gibi.
Satranç medyada yok. Kitlesine ancak yaptığı turnuvalar üzerinden kendini gösterebilir halde. Diğer algı yolları kapalı. Ama açık olan bu yol, yani turnuvalar, kötüye giden koşullar yüzünden yakın zaman sonra bu oyunun güzelliğini tamamen ortadan kaldıracak.
Br yayınevinin yaşaması da bununla yani "turnuva kalitesi" ve algı ile orantılı. Kalite ortadan kalktıkça satrancın türev ekonomisini ayakta tutacak kitle de çekilip gidecek.
O yüzden, turnuva koşulları Türk satrancının ve hatta Türk satranç yayıncılığının ilk sorunudur.
dipnot 1: Şimdi bana yukarıda tarif ettiğim nitelikte bir turnuva düzenlemesinin imkansız olduğunu anlatılabilir, nerede yaşadığım sorulabilir. Ben de size dünyanın en masrafsız sporundan ve kaynakların en çarçur eden ülkesinden bahsederim. Yapmayın
dipnot 2: (16x60) Bu çok emin olduğum bir konudur, ama yazı çok uzun oldu, kısmet olursa bir sonrak yazımda anlamını söylerim :wink: