29-07-2014, 17:53
Öncelikle, son yazıyı paylaştıktan sonra edindiğim bilgilerden birkaçını ekleyeyim:
1) Şu bağlantıda, Perslerin Azerbaycan coğrafyasına Hindistan’dan geldiğinin söylendiği belirtilmiş. Bağlantıda gözüken ve hiç de öyle demeyen ilginç haritada ise, “Kimdir Bu Parslar?” diye sorulmuş.
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...nt_count=1
2) Yazıyı, bir değerlendirme yapmasını isteyerek Adnan Atabek’e de gönderdim. Gönderdiği yanıttaki bilgiler arasından biri de şu:
“İskender Bey, Çincede satrancın şiang olması ilginç. Türk Dilinden geçtiğini, kelime kendisi bağırıyor. Si kelimesinin eski Türk Dilinde 'büyük' anlamında olduğu hakkında epey gösterge var. Si ang 'büyük hayvan' olur. Çinli bunu doğrudan almış.”
3) Sertaç Dalkıran’ın bir satranç kitabındaki önsözüne dikkatimi çektiler. Şöyle yazıyor:
“Çaturanga, eski Rusya’ya muhtemelen Hazar Türk İmparatorluğu döneminde geçmiştir”. Bu tümcenin ardından, aşağıya, şöyle bir çıkma yapılmış: “O dönemlere ait yaptığım incelemeler sonucunda ortaya attığım tezdir. Zaman olarak, bu devletin Yahudi dinini kabul ettiği döneme denk düşmesi olasıdır.”
Bu incelemelere ulaşmak gerekir. En azından, bu tür izlerin olduğu anlaşılmaktadır ve bu izlerin peşine düşmek gerekir.
4) Bir başka kitabının önsözünde şu yazıyor: “Arap, İran, Türk elyazmaları (9. yüzyıldan başlamak üzere) zamanımıza kadar ulaşmıştır”.
Demek ki biz bu Türk elyazmalarından bile habersiziz. Sertaç Dalkıran, önsözde, ayrıca, “Osmanlı’dan Günümüze Türk Satranç Tarihi Ansiklopedisi” adlı bir kitap hazırladığını belirtmiş. Ama o kitap yayınlanmadı.
Yine kitaplarının birinin önsözünde şöyle yazmış: “Tüm halifelerin ve Osmanlı padişahlarının büyük bir çoğunluğunun satranç oynadığı bilinmektedir. Bunlara ait satranç takımları halen Topkapı Müzesi’nde sergilenmektedir”
Biraz sonra da şunları yazmış: “Türklerde satrancın tarihi oldukça eskidir. Kütüphanelerimizde 1500 yıllarına ait el yazması kitaplar mevcuttur. Bunların önemli bir bölümünü, Türkiye’de ilk kez olarak, tarafımdan, Süleymaniye kütüphanesinde, 1988 yılında düzenlenen “Satranç” konulu sergimde tanıtmıştım. Bu sergide ayrıca Atatürk’ün, İnönü’nün, Saraçoğlu’nun oynadığı satranç takımlarının yanı sıra, yine el yapımı antika pek çok satranç takımını, Cumhuriyet dönemimize ait satrançla ilgili özel eşyaları, çıktığı günden günümüze kadar basılmış satrançla ilgili pulları, günümüz kitaplarını ve daha pek çok şeyi bir araya getirerek, ülkemize bir nebze olsun satranç kültürünün ne olduğunu anlatmaya çalışmıştım.”
5) Selim Palavan ile Cemalettin Talum’un yazdığı Satrançta Dünya Şampiyonluğu adlı kitabın önsözünde, Harun Reşid’in üçüncü oğlu Mutasım’ın satranççılığı ile ilgili olarak şunlar yazıyor: “Halife Mutasım Bilah’ın (9. yüzyıl) problemlerinden bir kısmı bugüne kadar korunduğu gibi…”
***************
Oktay Bey, “Elinizde bu kadar güzel bilgiler ve kaynaklar varken bizi ‘erlerin geri gitmemesi’ vb. soyut şeylerle neden uğraştırdınız?” demişsiniz. Çünkü ben bu konubaşlığını, satrancı Türklerin yarattığını kanıtlamak için açmadım.
Feysbuk’ta arada sırada düşüncelerimi paylaştığım yazılar yazıp kendimce yararlı olmaya çalışırım. Bu konubaşlığını açtığım yazıyı, Feysbuk’ta bir süre yazı yazmamaya karar verdiğim günlerde yazmıştım. Boş bir eve çekilip kendimi tümüyle derslerime verecektim. Çekilmiştim de. Ama öncesinde, “uzun süredir erteliyorum, bari şu satranç yazısı aradan çıksın” diyerek ve uzun bir süre için bir şey yazmamak niyetiyle yazmıştım. “Erlerin geri gitmemesi ve satranç taşlarının dizilimi konusunda böyle bir düşünce var, satrançla yakından ilgilenen çevrelerin de haberi olsun” diye düşünerek, Feysbuk’taki satranç sayfalarıyla birlikte bu foruma da koydum.
Yazı üç farklı bölümden oluşuyordu. Orada yazan düşüncelerimi paylaşmak dışında hiçbir niyetim yoktu. Satrancı Türklerin yarattığı konusuna girmeyi hiç düşünmüyordum. Başlığı açarken de, “eğer satrancı Türklerin yarattığı konusunda biraz daha fazla bilgi edinmek isteyen olursa” diye, elimdeki yazılardan bir tanesini ve o yazıya ilişkin yazdıklarımı, en başa koydum.
Ancak, yazı, sanki ben satrancı Türklerin yarattığını kanıtlamaya çalışıyormuşum gibi algılandı. Aslında, bir bakıma iyi de oldu. Bazı şeyleri ben de yeni öğrendim. Son yazdıklarımın başına oturduğumda, bir yandan yazıyor, bir yandan eski bilgilerimi tazeliyor, bir yandan da bazı konuları daha derinden inceliyordum. Sonuçta böyle bir yazı çıktı.
Aktardığınız uyarıların hoşuma gittiğini belirteyim. Ama şu var ki benim bu yazdıklarım, sonuçta bir tez yazısı değil, daha çok bir makale havası taşıyor. Bunları bir tez biçimine sokarken, araştırmaları daha da derinleştirmek ve yaptığınız uyarıları gözönünde bulundurmak gerekir. Bu, o ifadeler belki kaldırılarak, belki bir teze uygun biçime sokularak veya belki yerlerine başka bilgiler konularak yapılabilir. Yine de, dediğim gibi, bu, makale tarzı bir yazıydı ve koşullar bunları yazmamı gerektiriyordu.
Bilimsel ilerleme, farklı yaklaşımları, hatta zıt yaklaşımları gerektirir. Üniversitelerde buna hiç önem verilmez, ama bilimde gerçek anlamda bir ilerleme için, bu farklılıkları hatta zıtlıkları bir araya getirip bunları bir arada yaşatabilmek gerekir. Yaklaşımlarımız benzer olsun veya farklı olsun, eğer bu konuya önem veriyorsak, ben sizinle bilgi ve düşünce alışverişinde bulunmaktan mutluluk duyar ve büyük zevk alırım.
***************
Abdülkadir Bey, İskender döneminden daha öncelere ait olduğu söylenen ve bazı kaynaklarda satrançtaşı olarak geçen oyun taşları var. Sözünü ettiğim Mohencodaro’da, ki Türk şehridir, MÖ 3000’li veya 2000’li yıllara tarihlenen oyun taşları bulunmuştur. Fotoğrafları şu sayfada görülebilir: http://defence.pk/threads/20-clever-inve...625/page-4
Yine Mısır’da, bazı kaynaklarda satrançtaşı olarak geçen 4000 yıllık taşlar var.
Dünyanın bilinen en eski oyun taşları Siirt’te bulundu ki Hindistan’daki ve Mısır’daki bu oyun taşlarına satrançtaşı deyip Siirt’tekilere dememek için ben bir neden göremiyorum: http://gizmodo.com/archaeologists-just-f...1148153874
Bütün bunların satrançtaşı olduğunu söylemek kolay mı? Bunları yazmaya gerek görmedim. Petteya ve diğer sıtrateji oyunları konusunda, Şevki Hacıoğlu’nun İlk Strateji Oyunlarına Genel Bir Bakış adlı yazısından, bir önbilgi edinilebilir:
http://9eylulsatranc.org/ilk-strateji-oy...-hacioglu/
Delverzin Tepe’deki taşlar, şekil itibariyle satrançtaşı olduğu üzerinde ciddi ciddi durulabilen ilk taşlardır. Bütün bunlar bir yana, tekrar yazıyorum, satranç taşı olduğundan “emin olunan” ilk buluntular, Özbekistan’dadır.
Hintlilerin yarış oyununu gerçek bir savaş oyununa dönüştürenlerin Yunanlılar olduğunu, zira bunu ancak İskender gibi bir savaşçı yapmış olabileceğini, bu değişikliğin Hintlilerin hayat felsefesine aykırı olduğunu söyleyen birinden alıntı yapmışsınız.
Öncelikle, o sözlerin arkasında, satrancı Batı’ya dayandırmak amacı var. Bu amaç doğal karşılanabilir. Ama bu amaçları için ortaya koyabildikleri, anca bu kadar işte. İkincisi, İskender Yunanlı değil, Makedon. Makedonlar başka, Yunanlılar başka. Üçüncüsü, savaşın Hintlilerin hayat felsefesine aykırı olduğu yazılmış. Ben bunu, daha doğru olarak, “Hintliler’in coğrafyasına ve toplumsal yaşamına” aykırı diye değiştireyim. Gerçekten de Hintliler savaşçı değildir, savaşı pek beceremezler. Bunu son yazıda yazmaya gerek görmedim. Ama üç yıl önceki yazıda şunları yazmıştım:
___________________
Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır.
___________________
Hintliler savaşçılıktan çok uzak olduğu için, Türklerle neredeyse hiç mücadele edememiştir. Hatta Özbekistan, Afganistan, Pakistan dolaylarına egemen bazı Türk devletleri parçalandığında, o parça parça halleriyle bile Hindistan’da varlıklarını bir süre daha egemen olarak sürdürebilmiştir. Babür Hindistan’a girerken 10 katı kadarlık bir Hint ordusunu yenip de girmiştir. Avrupalılar, Hindistan’daki Türk varlığından hiç sözetmeyip, savaş oyunu yapısının Hintlilere Avrupalılardan geçtiğini nasıl açıklayacak: Yalnızca İskender’le. Ama şu da var ki Avrupa kendini Yunan yarımadasına bağlamaya, 1800’lerden itibaren başlamıştır. Ondan önce hep Mısır’a bağlamışlardır. Yani Avrupalılara sorsanız, bundan 200 yıl kadar önce, İskender, Avrupalıların atası değildi. Yunanlıları ve dolaylı olarak İskender’i ata olarak kabul etmeyi, sonradan uygun gördüler. Gerçekte de İskender’in bugünkü Avrupalılarla hiçbir ilgisi yoktur.
“Satrancı kimin bulduğunun önemi yok, oyunumu oynamayı seçiyorum” demişsiniz. Aklıma, fizik öğrencilerinin düzenlediği bir fizik kurultayı geldi. Bir profesör, yaptığı konuşmasında “Evrenin oluşumundan üç saniye sonraki süreci biliyoruz. Ama o üç saniyeye kadar ne olduğunu bilmiyoruz” demişti. Dinleyici öğrencilerden biri, şöyle sormuştu: “Hocam, bilsek, bu bize ne kazandıracak?” Profesör, olmadık bir yanıtla geçiştirmişti. Oysaki bu sorunun yanıtı çok basittir: “Yararının olup olmaması apayrı bir konu. Eğer sen bu konuyu merak ediyorsan ve araştırıyorsan, fizikçisin demektir”.
Eğer siz, satranç oynuyorsanız, satranç oyuncususunuz demektir. Bir yandan da tarihini araştırırsanız, ek olarak, satranç tarihi araştırmacısı olursunuz. Sizin satrancı kimin yarattığıyla hiç ilgilenmeden yalnızca satranç oynamayı yeğlemenize kimse karışamaz. Ama bu konuyu önemseyen kişiler var, siz de onlara karışamazsınız.
Şöyle yazmışsınız: “Ben diyorum ki; madem bilimsel bir iddianız var bilimsel olarak ortaya koyun. Kaynak diye ortaya koyduğunuz web sayfalarının tamamında öyle ya da böyle tezlerinizle çelişen içerikler ve açıklamalar var. Seçip seçip aradan cımbızla işinize gelen cümleleri almışsınız.”
Yazdığım yazı, oldukça bilimseldir. Bilimin yapısı gereği, aykırı görüşler elbette olacak. Yoksa o görüş zaten bilimsel olmaz. Benim yazdıklarıma aykırı iddalar tabi ki var. Tıpkı o iddalara aykırı iddaların da var olduğu gibi. Bunlar hep aykırı görüşlerdir, “çelişen görüşler” değil. Çelişki, bir savın kendi içinde olur. Böyle bir çelişki varsa, bunu öğrenmenin beni doğru yola yönelteceğini ve çelişkiyi gözden geçirmesini bilirim. “Seçip seçip aradan cımbızla işinize gelen cümleleri almışsınız” sözünüze gelince, herhalde her farklı görüşü burada aktaracak değilim. Eğer yapmış olsaydım, işte o zaman, daha önce dediğiniz anlamda bir “bilgi bombardımanı” olurdu. Kaldı ki konuyu işlerken, katılmadığımı belli ettiğim, ama sözetmem gereken birçok görüşü de aktardım. İşime gelmediği için yazmadığım düşünülen bilgiler varsa, onların üzerinde de bilgilerimiz ölçüsünde tartışırız. Sonuçta buradayız; bir yere gitmiyoruz.
Diğer yazdıklarınıza yanıt vermeme sanırım gerek yok. Düşüncenizi bizimle paylaşmışsınız, teşekkür ederiz.
1) Şu bağlantıda, Perslerin Azerbaycan coğrafyasına Hindistan’dan geldiğinin söylendiği belirtilmiş. Bağlantıda gözüken ve hiç de öyle demeyen ilginç haritada ise, “Kimdir Bu Parslar?” diye sorulmuş.
https://www.facebook.com/photo.php?fbid=...nt_count=1
2) Yazıyı, bir değerlendirme yapmasını isteyerek Adnan Atabek’e de gönderdim. Gönderdiği yanıttaki bilgiler arasından biri de şu:
“İskender Bey, Çincede satrancın şiang olması ilginç. Türk Dilinden geçtiğini, kelime kendisi bağırıyor. Si kelimesinin eski Türk Dilinde 'büyük' anlamında olduğu hakkında epey gösterge var. Si ang 'büyük hayvan' olur. Çinli bunu doğrudan almış.”
3) Sertaç Dalkıran’ın bir satranç kitabındaki önsözüne dikkatimi çektiler. Şöyle yazıyor:
“Çaturanga, eski Rusya’ya muhtemelen Hazar Türk İmparatorluğu döneminde geçmiştir”. Bu tümcenin ardından, aşağıya, şöyle bir çıkma yapılmış: “O dönemlere ait yaptığım incelemeler sonucunda ortaya attığım tezdir. Zaman olarak, bu devletin Yahudi dinini kabul ettiği döneme denk düşmesi olasıdır.”
Bu incelemelere ulaşmak gerekir. En azından, bu tür izlerin olduğu anlaşılmaktadır ve bu izlerin peşine düşmek gerekir.
4) Bir başka kitabının önsözünde şu yazıyor: “Arap, İran, Türk elyazmaları (9. yüzyıldan başlamak üzere) zamanımıza kadar ulaşmıştır”.
Demek ki biz bu Türk elyazmalarından bile habersiziz. Sertaç Dalkıran, önsözde, ayrıca, “Osmanlı’dan Günümüze Türk Satranç Tarihi Ansiklopedisi” adlı bir kitap hazırladığını belirtmiş. Ama o kitap yayınlanmadı.
Yine kitaplarının birinin önsözünde şöyle yazmış: “Tüm halifelerin ve Osmanlı padişahlarının büyük bir çoğunluğunun satranç oynadığı bilinmektedir. Bunlara ait satranç takımları halen Topkapı Müzesi’nde sergilenmektedir”
Biraz sonra da şunları yazmış: “Türklerde satrancın tarihi oldukça eskidir. Kütüphanelerimizde 1500 yıllarına ait el yazması kitaplar mevcuttur. Bunların önemli bir bölümünü, Türkiye’de ilk kez olarak, tarafımdan, Süleymaniye kütüphanesinde, 1988 yılında düzenlenen “Satranç” konulu sergimde tanıtmıştım. Bu sergide ayrıca Atatürk’ün, İnönü’nün, Saraçoğlu’nun oynadığı satranç takımlarının yanı sıra, yine el yapımı antika pek çok satranç takımını, Cumhuriyet dönemimize ait satrançla ilgili özel eşyaları, çıktığı günden günümüze kadar basılmış satrançla ilgili pulları, günümüz kitaplarını ve daha pek çok şeyi bir araya getirerek, ülkemize bir nebze olsun satranç kültürünün ne olduğunu anlatmaya çalışmıştım.”
5) Selim Palavan ile Cemalettin Talum’un yazdığı Satrançta Dünya Şampiyonluğu adlı kitabın önsözünde, Harun Reşid’in üçüncü oğlu Mutasım’ın satranççılığı ile ilgili olarak şunlar yazıyor: “Halife Mutasım Bilah’ın (9. yüzyıl) problemlerinden bir kısmı bugüne kadar korunduğu gibi…”
***************
Oktay Bey, “Elinizde bu kadar güzel bilgiler ve kaynaklar varken bizi ‘erlerin geri gitmemesi’ vb. soyut şeylerle neden uğraştırdınız?” demişsiniz. Çünkü ben bu konubaşlığını, satrancı Türklerin yarattığını kanıtlamak için açmadım.
Feysbuk’ta arada sırada düşüncelerimi paylaştığım yazılar yazıp kendimce yararlı olmaya çalışırım. Bu konubaşlığını açtığım yazıyı, Feysbuk’ta bir süre yazı yazmamaya karar verdiğim günlerde yazmıştım. Boş bir eve çekilip kendimi tümüyle derslerime verecektim. Çekilmiştim de. Ama öncesinde, “uzun süredir erteliyorum, bari şu satranç yazısı aradan çıksın” diyerek ve uzun bir süre için bir şey yazmamak niyetiyle yazmıştım. “Erlerin geri gitmemesi ve satranç taşlarının dizilimi konusunda böyle bir düşünce var, satrançla yakından ilgilenen çevrelerin de haberi olsun” diye düşünerek, Feysbuk’taki satranç sayfalarıyla birlikte bu foruma da koydum.
Yazı üç farklı bölümden oluşuyordu. Orada yazan düşüncelerimi paylaşmak dışında hiçbir niyetim yoktu. Satrancı Türklerin yarattığı konusuna girmeyi hiç düşünmüyordum. Başlığı açarken de, “eğer satrancı Türklerin yarattığı konusunda biraz daha fazla bilgi edinmek isteyen olursa” diye, elimdeki yazılardan bir tanesini ve o yazıya ilişkin yazdıklarımı, en başa koydum.
Ancak, yazı, sanki ben satrancı Türklerin yarattığını kanıtlamaya çalışıyormuşum gibi algılandı. Aslında, bir bakıma iyi de oldu. Bazı şeyleri ben de yeni öğrendim. Son yazdıklarımın başına oturduğumda, bir yandan yazıyor, bir yandan eski bilgilerimi tazeliyor, bir yandan da bazı konuları daha derinden inceliyordum. Sonuçta böyle bir yazı çıktı.
Aktardığınız uyarıların hoşuma gittiğini belirteyim. Ama şu var ki benim bu yazdıklarım, sonuçta bir tez yazısı değil, daha çok bir makale havası taşıyor. Bunları bir tez biçimine sokarken, araştırmaları daha da derinleştirmek ve yaptığınız uyarıları gözönünde bulundurmak gerekir. Bu, o ifadeler belki kaldırılarak, belki bir teze uygun biçime sokularak veya belki yerlerine başka bilgiler konularak yapılabilir. Yine de, dediğim gibi, bu, makale tarzı bir yazıydı ve koşullar bunları yazmamı gerektiriyordu.
Bilimsel ilerleme, farklı yaklaşımları, hatta zıt yaklaşımları gerektirir. Üniversitelerde buna hiç önem verilmez, ama bilimde gerçek anlamda bir ilerleme için, bu farklılıkları hatta zıtlıkları bir araya getirip bunları bir arada yaşatabilmek gerekir. Yaklaşımlarımız benzer olsun veya farklı olsun, eğer bu konuya önem veriyorsak, ben sizinle bilgi ve düşünce alışverişinde bulunmaktan mutluluk duyar ve büyük zevk alırım.
***************
Abdülkadir Bey, İskender döneminden daha öncelere ait olduğu söylenen ve bazı kaynaklarda satrançtaşı olarak geçen oyun taşları var. Sözünü ettiğim Mohencodaro’da, ki Türk şehridir, MÖ 3000’li veya 2000’li yıllara tarihlenen oyun taşları bulunmuştur. Fotoğrafları şu sayfada görülebilir: http://defence.pk/threads/20-clever-inve...625/page-4
Yine Mısır’da, bazı kaynaklarda satrançtaşı olarak geçen 4000 yıllık taşlar var.
Dünyanın bilinen en eski oyun taşları Siirt’te bulundu ki Hindistan’daki ve Mısır’daki bu oyun taşlarına satrançtaşı deyip Siirt’tekilere dememek için ben bir neden göremiyorum: http://gizmodo.com/archaeologists-just-f...1148153874
Bütün bunların satrançtaşı olduğunu söylemek kolay mı? Bunları yazmaya gerek görmedim. Petteya ve diğer sıtrateji oyunları konusunda, Şevki Hacıoğlu’nun İlk Strateji Oyunlarına Genel Bir Bakış adlı yazısından, bir önbilgi edinilebilir:
http://9eylulsatranc.org/ilk-strateji-oy...-hacioglu/
Delverzin Tepe’deki taşlar, şekil itibariyle satrançtaşı olduğu üzerinde ciddi ciddi durulabilen ilk taşlardır. Bütün bunlar bir yana, tekrar yazıyorum, satranç taşı olduğundan “emin olunan” ilk buluntular, Özbekistan’dadır.
Hintlilerin yarış oyununu gerçek bir savaş oyununa dönüştürenlerin Yunanlılar olduğunu, zira bunu ancak İskender gibi bir savaşçı yapmış olabileceğini, bu değişikliğin Hintlilerin hayat felsefesine aykırı olduğunu söyleyen birinden alıntı yapmışsınız.
Öncelikle, o sözlerin arkasında, satrancı Batı’ya dayandırmak amacı var. Bu amaç doğal karşılanabilir. Ama bu amaçları için ortaya koyabildikleri, anca bu kadar işte. İkincisi, İskender Yunanlı değil, Makedon. Makedonlar başka, Yunanlılar başka. Üçüncüsü, savaşın Hintlilerin hayat felsefesine aykırı olduğu yazılmış. Ben bunu, daha doğru olarak, “Hintliler’in coğrafyasına ve toplumsal yaşamına” aykırı diye değiştireyim. Gerçekten de Hintliler savaşçı değildir, savaşı pek beceremezler. Bunu son yazıda yazmaya gerek görmedim. Ama üç yıl önceki yazıda şunları yazmıştım:
___________________
Bir toplumun ulus olmasındaki en büyük engellerden biri, sınıfsal yapıdır. Hindistan’daki kast sistemi ise, sınıfsal yapının belki de en katı bir örneğidir. Bu kast sistemi, Hindistan’ı neredeyse tüm tarih boyunca ulus olmaktan, yani birlikte hareket etmekten alıkoymuştur. Bu da kendilerini dışarıya karşı hep zayıf ve kırılgan bırakmıştır. Kast sistemi nedeniyle mücadele anlayışından yoksun kalmış bir toplumun, satranç gibi bir örgütlü mücadele oyununu yaratmış olması, ikna edicilikten çok uzaktadır.
___________________
Hintliler savaşçılıktan çok uzak olduğu için, Türklerle neredeyse hiç mücadele edememiştir. Hatta Özbekistan, Afganistan, Pakistan dolaylarına egemen bazı Türk devletleri parçalandığında, o parça parça halleriyle bile Hindistan’da varlıklarını bir süre daha egemen olarak sürdürebilmiştir. Babür Hindistan’a girerken 10 katı kadarlık bir Hint ordusunu yenip de girmiştir. Avrupalılar, Hindistan’daki Türk varlığından hiç sözetmeyip, savaş oyunu yapısının Hintlilere Avrupalılardan geçtiğini nasıl açıklayacak: Yalnızca İskender’le. Ama şu da var ki Avrupa kendini Yunan yarımadasına bağlamaya, 1800’lerden itibaren başlamıştır. Ondan önce hep Mısır’a bağlamışlardır. Yani Avrupalılara sorsanız, bundan 200 yıl kadar önce, İskender, Avrupalıların atası değildi. Yunanlıları ve dolaylı olarak İskender’i ata olarak kabul etmeyi, sonradan uygun gördüler. Gerçekte de İskender’in bugünkü Avrupalılarla hiçbir ilgisi yoktur.
“Satrancı kimin bulduğunun önemi yok, oyunumu oynamayı seçiyorum” demişsiniz. Aklıma, fizik öğrencilerinin düzenlediği bir fizik kurultayı geldi. Bir profesör, yaptığı konuşmasında “Evrenin oluşumundan üç saniye sonraki süreci biliyoruz. Ama o üç saniyeye kadar ne olduğunu bilmiyoruz” demişti. Dinleyici öğrencilerden biri, şöyle sormuştu: “Hocam, bilsek, bu bize ne kazandıracak?” Profesör, olmadık bir yanıtla geçiştirmişti. Oysaki bu sorunun yanıtı çok basittir: “Yararının olup olmaması apayrı bir konu. Eğer sen bu konuyu merak ediyorsan ve araştırıyorsan, fizikçisin demektir”.
Eğer siz, satranç oynuyorsanız, satranç oyuncususunuz demektir. Bir yandan da tarihini araştırırsanız, ek olarak, satranç tarihi araştırmacısı olursunuz. Sizin satrancı kimin yarattığıyla hiç ilgilenmeden yalnızca satranç oynamayı yeğlemenize kimse karışamaz. Ama bu konuyu önemseyen kişiler var, siz de onlara karışamazsınız.
Şöyle yazmışsınız: “Ben diyorum ki; madem bilimsel bir iddianız var bilimsel olarak ortaya koyun. Kaynak diye ortaya koyduğunuz web sayfalarının tamamında öyle ya da böyle tezlerinizle çelişen içerikler ve açıklamalar var. Seçip seçip aradan cımbızla işinize gelen cümleleri almışsınız.”
Yazdığım yazı, oldukça bilimseldir. Bilimin yapısı gereği, aykırı görüşler elbette olacak. Yoksa o görüş zaten bilimsel olmaz. Benim yazdıklarıma aykırı iddalar tabi ki var. Tıpkı o iddalara aykırı iddaların da var olduğu gibi. Bunlar hep aykırı görüşlerdir, “çelişen görüşler” değil. Çelişki, bir savın kendi içinde olur. Böyle bir çelişki varsa, bunu öğrenmenin beni doğru yola yönelteceğini ve çelişkiyi gözden geçirmesini bilirim. “Seçip seçip aradan cımbızla işinize gelen cümleleri almışsınız” sözünüze gelince, herhalde her farklı görüşü burada aktaracak değilim. Eğer yapmış olsaydım, işte o zaman, daha önce dediğiniz anlamda bir “bilgi bombardımanı” olurdu. Kaldı ki konuyu işlerken, katılmadığımı belli ettiğim, ama sözetmem gereken birçok görüşü de aktardım. İşime gelmediği için yazmadığım düşünülen bilgiler varsa, onların üzerinde de bilgilerimiz ölçüsünde tartışırız. Sonuçta buradayız; bir yere gitmiyoruz.
Diğer yazdıklarınıza yanıt vermeme sanırım gerek yok. Düşüncenizi bizimle paylaşmışsınız, teşekkür ederiz.