06-02-2024, 20:26
(29-01-2024, 22:48)M.Aşkın TAŞAN Nickli Kullanıcıdan Alıntı: Kısacası... diye başlarken bile 310 lkelimeyle bitirmişsin.
Abiciğim, çok yazmayacağım, "FIDE El Kitabı" da pek ele avuca sığacak ebatta değil ama işte adı "el kitabı". Benim "kısacası..." da aynı hesap.
Diğer yandan, uzun yazmanın -en iyi senin bileceğin- çok enteresan avantajları var. Mesela ve evvela: Yazı diyelim 1000 kişinin önüne düşüyor, o 1000 kişinin belli bir bölümü baştan uzun görünce okumuyor, geri kalanlar da bir yere kadar okuyor, okuduğu yere kadar olan kısım kafasına yatarsa zaten oraya bir de beğeni kondurup kendi işine devam ediyor, beğenmiyorsa bir şey demeyerek işine devam ediyor ve bu kitlenin üyesi bireyler de ilk bir-iki yazıda nispeten dikkatli okuyor ve -içerik değil- yazarın olaylara bakış açısının kendi bakış açısıyla kesişip kesişmediğine dair fikirlerini oluşturuyorlar. Bu aşamadan sonra aynı yazardan gelecek olan içerik doğrudan önyargı filtresinden geçip "beğen!" ya da "geç!" algısı olarak dönüyor ve neticede o yazıların pek çoğunu, konuyla en ilgili kesimlerden kişiler bile okumuyor.
Bu durum elbette yazar açısından çok büyük avantaj. Ben bunu ilk kez lisede keşfetmiştim. Sevdiğimiz ama eski ekol, kulak çekmeci, tokat atmacı falan bir din bilgisi hocamız vardı. Şimdi rahmetli, huzur içinde uyusun. Bu hocanın yazılılarında biz bir de fark ettik ki, soru yanıtları uzun olursa, hoca işi hiç uzatmıyor, o sorudan tam puanı basıp geçiyor. Biz de sınıfça uzun yazmaya başlayıp işi garantiye almıştık çünkü 32 kişinin yazdığı, her biri altı-yedi dosya kağıdı dolduran destanları teker teker okumak demek, birkaç geceden vazgeçmek de demekti. Hepimizin din bilgisi notu 100'dü bu nedenle. Pekiyi, o kadar kağıdı ne yazarak dolduruyorduk? Benim bir keresinde aklıma bir şey gelmemiş, o günlerde Europe Echecs Dergisi'nde okuduğum Şah-Hint Açılışı'nın tarihsel gelişimini, hipermodern anlayışın gelişimi çerçevesinde, aklımda kaldığı şekliyle anlatmıştım. Tabii, tam puan almıştım.
Ancak, bu kadar kolay şekilde taraftar -ve ötesinde olumlu dış bakışlar- toplamayı becerebilen bir yöntem yazarı da hazıra alıştırıyor, bir süre sonra "nasıl olsa kimse okumuyor, dur şunu da anlatayım" moduna sokuyor. Ondan sonra da işin tadı kaçmaya başlıyor, nitekim talep de yavaş ama kararlı bir şekilde düşmeye başlıyor.
Buraya kadar sanırım "destan yazarları" olarak ortak bir geçmişi paylaşıyoruz. Benim yaptığım yeniliği anlatmadan önce, senin kullandığın genel anlatım tekniğine bir bakmak isterim:
Sen, o andaki gündemin neyse onu dümdüz anlatıyorsun. Espri yok sayılacak kadar nadir, oradan-buradan, meşhur insanlardan alıntı yok, kuru kuru, "bilmemne mevzuatında şu yazıyormuş da bilmemkim bunu o mevzuata göre doğru mu yapmış, yanlış mı yapmış? Sen neden şu ya da bu kişinin yaptıklarını bir yere kadar desteklemişsin de sonra neden desteklememişsin?"
Bütün bunlar var ya, sana isteyeceğin her şey üstüne garanti ederim ki kimsenin umurunda değil, inan değil!
Ben bu analizi senin ve rahmetli Ateş Ağabey'in pek çok yazısını dibine kadar okuduktan -ve benden başka kimsenin, yanıt yazanların dahil- okumamış olduğunu her seferinde bir kez daha şaşırarak gördükten sonra zaten fazla düşünerek yapmadım, analiz kendiliğinden ortaya çıktı. Bunu da bir yol kabul etmek zorunda kaldıktan sonra yenilik de kendiliğinden geldi:
Zaten yazdıklarımızı kimsenin okumadığını biliyoruz (yukarıda inceledik). Bu durumda ya yazmaya hiç kasmayacağız ya da okuyucu sayısını kat be kat artırmak (mesela ikiden ondörde çıkarmak!) için bazı atraksiyonlara gireceğiz.
Yoksa biz de isteriz: Dümdüz yazalım, herkes de her detayı bizim vakit ayırıp düşünüp analiz ettiğimiz kadar analiz etsin, kendi fikrini geliştirsin ve o bakış açısını ortaya koyarak tartışmayı zenginleştirsin.
Halbuki gerçek hep bambaşka olur: Sen oturur tüm gece uykuyu pas geçip araştırırsın, kafanda döndürürsün, analizini yaparsın, sonra yazarsın ve en azından ciddi yanıtlar beklerken ya yanıt bile gelmez ya da gelen yanıt, senin çoktan düşünüp kendi kendine tartışmanda refüte edip ıskartaya çıkardığın en elementer yerlerden birinden gelmiştir. Ya da yazı içeriğiyle hiç ilgisi yoktur ama sana genel bir gıcığı vardır, orada yazından da bir cümle bulup çıkarır, üstüne aşırı yorum yükler ve oradan bastırıp puan almaya çalışır.
(Bu son bastırıp puan almacı güreşçi ekolün en güzel antidotu da yine ikibin kilometre uzunluğunda yanıt yazmak. Bu yöntem kesinlikle işe yarar çünkü normal insanlar, yalnızca fikirlerin yüzünden sana bir yere kadar gıcık olabilirler, garezleri de makul bir düzeyde kalmak durumundadır çünkü basitçe işleri-güçleri vardır, bir de senle uğraşamazlar.)
Gerçekler de bu meyanda olunca, okuyucuya istediğini vermek hususunda taviz vermek, metni bir şekilde renklendirmek gerekiyor. Bu da iki şekilde yapılabilir: 1. İşi soytarılığa vurarak 2. Metni hakikaten zenginleştirerek.
Benim senin sistemine yeniliğim "metni zenginleştirmek" şeklinde biçimlendi. Gerçek hayat örnekleri veriyorum, anıları anlatıyorum falan ama, asıl olarak bu işi metinleri mutlaka satranç konularını başka bir disiplinle ilgili şeylerle birlikte öyküleştirerek "başarıyorum" ve bunu yapınca okuyucu sayısı iki haneli sayılara kadar çıkabiliyor.
"On okuyucu!" Benim için çok süper. Yoksa yanlış anlaşılma olmasın, burada "nasıl kitleleri peşinden sürükleyen bir yazar olunur?" sorusuna falan yanıt aramıyoruz. Sen de on -ya da düşünsene, belki de 13 hatta 14! neden olmasın? Hayal gücünü sınırlama- okuyucun olmasını istiyorsan bu söylediklerimi kafanda döndürürsen belki senin bakış açında da belirli değişiklikler olabilir.
Bak yakınlarda satrançla -dernekle- ilgili başka bir konuda bir tane daha yazdım. Söylediklerimin tipik örneği. İçeriği açısından çok kolayca sıkıcı bir metin olabilecekken bana göre en azından biraz daha "du bakali ne olacak?" hissini uyandırıyor:
"La Mauvaise Réputation"