27-03-2009, 15:05
TÜRKİYE’DE SATRANÇ TAKIMLARININ HAÇLI OLMASI ÜZERİNE
Burada da bilinmesini isterim ki, çevremde haçlı takımlarının varlığına ve varlık nedenine dikkat çekmek gerektiğine inanmış olan kişiler ve ben, bu uğurda başkalarıyla da konuşarak çevremizi genişletip bilinçli kişi sayısını arttırmaktayız. Haçlı takım konusunu açtığımız hemen her kişi, önce, konuya kimsenin sahip çıkmayacağını düşünmesinden ve haçlı takımın değişeceğine ilişkin umutsuzluğundan doğan bir çekingenlikle yaklaşıyor. Kuşkusuz siz de anlarsınız ki, o umutsuzluk, gerçekte haçlı takımının ya da başka bir özel konunun değişip değişememesi üzerine değil, "Federasyon’a iş yaptırılamayacak olduğunu düşünmekten" kaynaklanan bir umutsuzluktur. Yalnızca bu bile, Satranç Federasyonu'nun satrançseverin federasyonu olmadığının, satranççıya uzak olduğunun kanıdıdır.
Buradan Federasyon’u şimdilik bir yana bırakıp, bilinçlendirmeye çalıştığımız kişilere dönelim. Bu kişilerin hepsi de, bu ilk çekingenlik aşamasının hemen ardından, haçın kaldırılması konusundaki uzak duruşlarına son verip konuyu sahiplenivermektedir. Peki, çekingenliğin ister istemez neden olduğu o en baştaki uzak duruşlar ne biçimde beliriyor, ona bakalım:
1) Ne farkeder canım; satranç takımının haçlı olup olmaması çok mu önemli?
Siyasetin temeli; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihine dayanır. Aslında bunlar, uygarlık bilgisinin de gereklerindendir. Dolayısıyla iyi bir eğitim, kişilere bunları kazandırabilmelidir. Gelgörki Türk halkına siyasetin, geçimsizlik ve sonu haksız yere kan dökmeye varan acımasız bir alan olduğunu kanıksatmak için çok uğraşlar verildi. Bu çabaların sonucunda da belli ölçüde başarılı olundu. Eğitiminde; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihi bilgilerinden özellikle uzak tutulan Türk halkı, siyasetten uzaklaşmasının doğal sonucu olarak, bu bilgileri öğrenme gereği de duymadı. Başka bir deyişle, siyasetten uzaklaştıkça, bu bilgilerden de uzaklaştı. İşte, haçlı satranç takımı konusunda konuştuğumuz kişilerin bu ortak soruyu sorması da, siyasetten, yani Türkiye’deki ve dünyadaki yaşananlardan bilgisiz ve uzak kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunun temelinde bu sıkıntı yatıyorsa, verilecek yanıtın da siyaset alanını, hiç olmazsa hafif bir yel gibi şöyle bir yalaması gerekir.
Her toplumda genel yapıya aykırı kişiler görülür. Bizdeki böyle ayrıksı kişileri bir yana koyarsak, biz Türkler, toplum olarak, başkalarının değerlerine en büyük saygıyı gösteren bir ulusuzdur. Bu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de böyledir. En büyük düşmanlıkları yaşamış olduğumuz ülkeler bile, aksi yönde bir çıkarları olmadığı her zaman, hakkımızı teslim etmiş, bizim bu erdemimizden büyük övgülerle sözetmiştir. Biz Türkler bu kültürü, bu ekini, kuşaklar boyunca övünçle sahiplenip binyıllardır kuşaktan kuşağa aktaragelmişizdir. Gelgelelim, aktarımımız ve eğitimimiz sırasında vurgulanması gereken çok önemli bir konuya, ne yazık ki kuşaklardır yeterince değinmeden geçiyoruz. O da, başkalarının değerlerine saygı gösterirken, kendi değerlerinin ezilmesinin, dahası, yitirilmesinin önüne geçmek zorunluluğudur. Ulusumuz, bu ince konuyu gözardı etmenin çok büyük acılarını tarih boyunca çekmiştir. O günlerin etkilerini kuşaklar sonra bugün bile yaşamaktadır. Bazılarınızın “biz Türkler o kadar aptalız ki, tarihten ders almayız” mırıldanışlarını duyar gibi oluyorum. Hayır efendim, böyle boş sözlerle hiç oyalanmayınız. Bizler, tarihten bir türlü ders almıyoruz, çünkü tarihin gerçekleri bize kapatılmış durumdadır. Yurtdışından bambaşka tarihler getirilip yutmamız için önümüze konmuştur ve yutmuşuzdur. Bu nedenle de yaşadığımız ya da yaşandığını gördüğümüz acıları unutup unutup aynı yanlışları yapıp durmamız çok doğaldır. Dünyanın en zeki insanı da olsa, bir kişi, dün yaşadığını bugün anımsamıyorsa, o kişinin ilerlemesi ve gelişmesi beklenemez. Nasıl ki o kişinin ilerleyemeyişini zeka eksikliğine yoranlar, önce kendi bakış açılarını değiştirmek zorundaysa, Türk Ulusu'nun ilerleyemeyişini zekasına yoranların da, doğrusunu anlayabilmek adına, öncelikle kendilerine çekidüzen vermesi zorunludur.
İşte, tarihin gerçekleri göstermektedir ki, bir toplum ne zaman ki ilk başta mantıklı gelen tatlı tatsız sözlere aldanıp kafası karışmış, kendi değerlerini korumakta tereddüt etmişse, ya ulusal kimliğini yitirmiş ya da büyük acılarla gözyaşları ve kanlar dökerek son anda kurtulabilmiştir. Tarih, insanlığa çok açık ve yaşanan olaylarla göstere göstere anlatmıştır ki, sen eğer kendi değerlerine sahip çıkmaz, kendi kültürünü yaşatmaktan geri durursan, başkası kesinlikle gelir, kendi değerlerini tatlı tatlı ya da tatsız tatsız dayatır, o boşluğu kendi kültürüyle doldurur.
Tarihin bu sözleri kulaklarımızda, gözlerimizi satranca çevirdiğimizde görüyoruz ki birileri bizi bir güzel uyutmuş, kendi ülkemizde, Türkiye Cumhuriyeti’nde haçlı satranç takımlarıyla satranç oynamak zorunda bırakılmışız. O kadar ki, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, turnuvalara haçsız satranç takımlarını ya hiç sokmuyor ya da boşta bulunması sonucu turnuva haçsız takımlarla başlamışsa, ikinci turda bu takımları toplatıp haçlı takımların dizdirilmesini emrediyor. Öte yana bakıyoruz ki aynı federasyon yönetimi, ilköğretim okullarına satrancı soktuğunu büyük bir övünçle bağırıyor. Okullara satranç takımları armağan edişini ben de övebilirdim. Ancak, işin içyüzüne biraz baktığımızda görüyoruz ki, bu hazretlerinin kendi bütçelerinden armağan ettikleri takımların hepsi haçlı takımlar. Dahası, satrançseverlere alışveriş yapması için birini sitesinde olmak üzere iki kurumu adını vererek öneriyor: “Takımlarınızı U’dan veya G’den alınız”. Buna neden olarak da yalnızca bu iki kurumun ‘’standartlara uygun’’ satranç takımı ürettiğini söylüyor. Aranan standarda göre takımlar değerlendirilirken, taşların ve tabanın niteliğine bakıldığını beklerseniz, yanılırsınız. Eğer öyle olsaydı, Federasyon’un ‘’standartdışı’’ diye sınıflandırdığı D kurumunun ürettiği takımların niteliğini, Türkiye’deki diğer kurumlarla değil, dünya kurumlarıyla karşılaştırmak çok daha yerinde olacaktır. Federasyon’un ‘’standarttan’’ kastettiği, taşların niteliğiyle değil, yüksekliğiyle ilgilidir. Şahının boyu, başında haç olmadığı için kısa kalıyordu ve D kurumu, bu nedenle “standatlara” giremiyordu. Başka deyişle aradaki fark, diğer takımların şahının tepesindeki o haçtan kaynaklanıyordu. Kısacası, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, kendi sitesinde, Türk halkına, “şu şu kurumlardan takım alın, çünkü tepesinde haç var” demektedir. Durum buyken ilköğretim okullarına haçlı takımlarının sokulmasını, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanı’nın bir başarısı olarak mı göreceğiz, yoksa Türkiye’deki satranca da el atmış yabancıların profesyonel kuklacılarının mı?
Şu, yaşanmış bir olaydır ki çocuk, din sınavında karşılaştığı bir soruyu annesine anlatmaktadır:
- Çevremizdeki dini semboller nelerdir?
- Camiler, kiliseler. Sen ne yanıt verdin oğluşum?
- Ben, haç dedim.
Bir satranç antrenörünün, haçlı takımlar üzerine yorumu ise şöyledir: “Çocuklar Şah’ın üzerindeki işaretin ne olduğunu her sorduğunda yanıt verirken yaralanıyorum.”
Şevki Bey, daha ilk yazısında belirtmiş: “Sıcak bir ortama itildiğimiz ve adına MEDENİYETLER ÇATIŞMASI denilen, din, mezhep ve etnik çatışmaların körüklendiği bu dünya düzeninde bu tür semboller uğruna savaşlar verilirken…”
Herkesin, haçlı satranç takımları konusunun ne denli önemli olduğunu, işin nerelere doğru gittiğini, artık açıkça anladığından hiçbir kuşkum yoktur.
2) Bu simgeler evrenseldir, herkes tarafından evrensel kabul edilmiştir. Dolayısıyla bizim de bu evrenselliğe uymamız gerekir.
Ne güzel, herkes evrensellikten sözediyor! Batılı ülkelerin her şeyiyle girdiği ülkelerin halklarının evrensellikten ne anladığını, burada uzun uzadıya anlatmama gerek yok; ne anlıyorsanız o. Peki, Batılılar evrensellikten ne anlıyor, ona bakalım. Siz, içinden Mevlana’yı çıkarmış kültürünüzün de etkisiyle, yüce duygularla çok hoş tanımlar yapıyorsunuz ama hiç sordunuz mu kendinize “Batılılar, benim hangi değerimi, kültürümün hangi parçasını, kendi halklarına evrensel olarak tanıtmıştır” diye?
Batı müziği evrenseldir. Geri kalanlar Latindir, Uzakdoğudur, Afrikadır, Türktür, Araptır; hepsi yerel müziktir! Batı'nın bilim anlayışı evrenseldir; diğerlerinin bilimi ilkel, yerel, sudan bilimdir. Batı düşünce yapısı ve felsefesi evrenseldir. Diğerleri yereldir; düşünceleri ancak kendilerini bağlar. Batı tarihi evrenseldir, diğerleri kendi çaplarında ve yereldir. Çağlar onlara göre değişir. Türkler İstanbul’u aldığı için değil, onlar İstanbul’u yitirdiği için insanlık yeni bir çağa girmiştir. Türkler İstanbul’u Araplardan ya da Çinlilerden almış olsa, insanlık için hiçbirşey değişmeyecekti. Edebiyatta böyle, sanatta böyle, sporda böyle. Bu arada kendi müzikleri üzerinde Türk müziğinin etkisi nedir, hiç sözetmezler. Kendi felsefe, düşünce ve bilim anlayışlarının, spor dallarının, edebiyat da dahil her türlü sanatlarının, dinsel inançlarının üzerindeki derin Türk izlerine ve etkilerine hiç değinmezler. Ben yalnızca, Batı üzerinde en derin etkisi olan Türklerden sözettim. Bugün bile diğer herkes gibi Batılılar da tüm dünyadan belli ölçülerde etkilenirken, kendileri bunu evrenselliğin doğal bir sonucu olarak değerlendirmedikleri gibi, bu etkileyicileri yok sayıp, üzerine bir de hakaret ederler. Eğer birisi, başkalarından birşeyler alırken, o şeyi o kişilerden aldığını diğerlerinden saklayıp kendi saf ürünüymüş gibi tanıtıyorsa, üzerine de hakaret edip, yeri geldiğinde insanlığın en düşük nitelikleriyle aşağılıyorsa, dahası, diğer herkesin değerlerini yok edip yerine, kolayca yönetebilmek ve her şeyin tek sahibi kabul edilmek için kendi değerlerini koymak eylemindeyse, ben o kişiye çok şey derim ama “uygar” demem! Siz isterseniz kendilerine uygar demeyi sürdürebilirsiniz. Ancak, evrensellikten sözederken, bu kişilerin evrensellik kavramından ne anladığını iyi biliniz.
Bu anlayışlarını hem kendi halkları hem de diğer halklar üzerinde öyle güzel işlerler ki, çevrenize bir bakarsınız, kendi inançlarınız ve değerleriniz yine yereldir, ancak, Batının değerleri ve inançları, simgeleriyle birlikte evrensel oluvermiştir. Bizler de kendimizi, satranç takımındaki haçın evrensel olduğunu söylerken buluruz.
3) Satranç takımı üreten onlar. Doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar. Karşı çıkacak bir şey yok.
İsterse dünyada satranç takımı üreten tek kurum olsun, o kurum, başkalarının değerlerine saygılı davranmak zorundadır. Böyle bir zorunluluk duymak, o kişilerin uygarlığındandır. Bir başka deyişle, sen gerçekten uygarsan, tek üretici sensin diye, istediğin densizliği yapabilecek hakka sahip olmadığını bilirsin. Kaldı ki Türkiye’de haçsız takım üreten bir kurum varken ve TSF başkanlığı bu kurumun tekerine çomak sokmaya özel olarak uğraşırken, “yabancılar, satranç takımı üretiyor, doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar” söyleminin, uygarlık konusuna hiç girmesek bile ne kadar yersiz olduğu açıktır.
4) Siz ne koymayı önerirsiniz? Haç yerine hilâl mi koyalım?
Bizler, hiçbir ulusun satranç takımlarına karışıp da “ulusal turnuvalarında şu simgeleri kullan, şunları kullanma” deme hakkına sahip değiliz. Ancak, iş uluslararası boyuta çıktığında ya da kendi ulusal turnuvalarımızda ucu ulusal değerlerimize dokunduğunda, o haksız ve yüzsüz kişilere sınırlarını bildirmek, elbette bizim ulusal, en doğal ve yerine getirilmesi zorunlu görevimizdir. FİDE’nin davranışına daha sonra kısaca değineceğim. Şimdilik, soruya yanıt olsun diye şu kadarını söyleyeyim: Çeşitli dinlere inanmış ve hiç inanmamış kişileri buluşturan uluslararası turnuvalarda, hiçkimse, FİDE bile haçlı takımlarla oynatmak hakkına sahip değildir. Bizim görüşümüz, satranç taşlarından ve satranç yayınlarından dinsel simgelerin kaldırılmasıdır. Türkiye Satranç Federasyonu ise, Türk satrancını temsil etmelidir, başkalarını değil.
TSF’nin forumunda, TSF başkanının haçlı takımı politikasını savunmaya girişmiş bir arkadaşımız, haçlı takımlara olan itirazları görünce, “bunlara bıraksan, Vezir’in başına türban bağlar” demişti. Yanlış anlaşılmasın, bu sözlerini, tartışmanın yapıldığı konu başlığına değil, başka bir başlık altında yazmıştı. Herhalde alacağı yanıtı hissetmiş olacak ki böyle kaçak güreşmeyi yeğlemiş. Kendisinin bu yazıyı okuyacağından kuşkum olmadığı için, yanıtımı buradan vermekte bir sakınca görmüyorum. Birincisi, bizde erkek olan Vezir, Batı’da Kraliçe olarak dişidir. Kendisi, türban takılacak dediğini Vezir değil, Kraliçe olarak algılamasıyla, satranca kendi kültürünün değil de başkalarının kültürünün çerçevesinden baktığını açıkça dışavurmuş. İkincisi, biz “haç kaldırılsın” derken, sen bunu “haç yerine türban geçirilsin” olarak anlıyorsan, o bizim değil, senin kafa yapını gösterir. Demek ki sana göre, bir kişi, ya haççı ya da türbancı olabilir. Gelgörki, biz bu denli dar bir düşünce dünyasına sığmayız; rica ederim...
Burada da bilinmesini isterim ki, çevremde haçlı takımlarının varlığına ve varlık nedenine dikkat çekmek gerektiğine inanmış olan kişiler ve ben, bu uğurda başkalarıyla da konuşarak çevremizi genişletip bilinçli kişi sayısını arttırmaktayız. Haçlı takım konusunu açtığımız hemen her kişi, önce, konuya kimsenin sahip çıkmayacağını düşünmesinden ve haçlı takımın değişeceğine ilişkin umutsuzluğundan doğan bir çekingenlikle yaklaşıyor. Kuşkusuz siz de anlarsınız ki, o umutsuzluk, gerçekte haçlı takımının ya da başka bir özel konunun değişip değişememesi üzerine değil, "Federasyon’a iş yaptırılamayacak olduğunu düşünmekten" kaynaklanan bir umutsuzluktur. Yalnızca bu bile, Satranç Federasyonu'nun satrançseverin federasyonu olmadığının, satranççıya uzak olduğunun kanıdıdır.
Buradan Federasyon’u şimdilik bir yana bırakıp, bilinçlendirmeye çalıştığımız kişilere dönelim. Bu kişilerin hepsi de, bu ilk çekingenlik aşamasının hemen ardından, haçın kaldırılması konusundaki uzak duruşlarına son verip konuyu sahiplenivermektedir. Peki, çekingenliğin ister istemez neden olduğu o en baştaki uzak duruşlar ne biçimde beliriyor, ona bakalım:
1) Ne farkeder canım; satranç takımının haçlı olup olmaması çok mu önemli?
Siyasetin temeli; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihine dayanır. Aslında bunlar, uygarlık bilgisinin de gereklerindendir. Dolayısıyla iyi bir eğitim, kişilere bunları kazandırabilmelidir. Gelgörki Türk halkına siyasetin, geçimsizlik ve sonu haksız yere kan dökmeye varan acımasız bir alan olduğunu kanıksatmak için çok uğraşlar verildi. Bu çabaların sonucunda da belli ölçüde başarılı olundu. Eğitiminde; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihi bilgilerinden özellikle uzak tutulan Türk halkı, siyasetten uzaklaşmasının doğal sonucu olarak, bu bilgileri öğrenme gereği de duymadı. Başka bir deyişle, siyasetten uzaklaştıkça, bu bilgilerden de uzaklaştı. İşte, haçlı satranç takımı konusunda konuştuğumuz kişilerin bu ortak soruyu sorması da, siyasetten, yani Türkiye’deki ve dünyadaki yaşananlardan bilgisiz ve uzak kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunun temelinde bu sıkıntı yatıyorsa, verilecek yanıtın da siyaset alanını, hiç olmazsa hafif bir yel gibi şöyle bir yalaması gerekir.
Her toplumda genel yapıya aykırı kişiler görülür. Bizdeki böyle ayrıksı kişileri bir yana koyarsak, biz Türkler, toplum olarak, başkalarının değerlerine en büyük saygıyı gösteren bir ulusuzdur. Bu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de böyledir. En büyük düşmanlıkları yaşamış olduğumuz ülkeler bile, aksi yönde bir çıkarları olmadığı her zaman, hakkımızı teslim etmiş, bizim bu erdemimizden büyük övgülerle sözetmiştir. Biz Türkler bu kültürü, bu ekini, kuşaklar boyunca övünçle sahiplenip binyıllardır kuşaktan kuşağa aktaragelmişizdir. Gelgelelim, aktarımımız ve eğitimimiz sırasında vurgulanması gereken çok önemli bir konuya, ne yazık ki kuşaklardır yeterince değinmeden geçiyoruz. O da, başkalarının değerlerine saygı gösterirken, kendi değerlerinin ezilmesinin, dahası, yitirilmesinin önüne geçmek zorunluluğudur. Ulusumuz, bu ince konuyu gözardı etmenin çok büyük acılarını tarih boyunca çekmiştir. O günlerin etkilerini kuşaklar sonra bugün bile yaşamaktadır. Bazılarınızın “biz Türkler o kadar aptalız ki, tarihten ders almayız” mırıldanışlarını duyar gibi oluyorum. Hayır efendim, böyle boş sözlerle hiç oyalanmayınız. Bizler, tarihten bir türlü ders almıyoruz, çünkü tarihin gerçekleri bize kapatılmış durumdadır. Yurtdışından bambaşka tarihler getirilip yutmamız için önümüze konmuştur ve yutmuşuzdur. Bu nedenle de yaşadığımız ya da yaşandığını gördüğümüz acıları unutup unutup aynı yanlışları yapıp durmamız çok doğaldır. Dünyanın en zeki insanı da olsa, bir kişi, dün yaşadığını bugün anımsamıyorsa, o kişinin ilerlemesi ve gelişmesi beklenemez. Nasıl ki o kişinin ilerleyemeyişini zeka eksikliğine yoranlar, önce kendi bakış açılarını değiştirmek zorundaysa, Türk Ulusu'nun ilerleyemeyişini zekasına yoranların da, doğrusunu anlayabilmek adına, öncelikle kendilerine çekidüzen vermesi zorunludur.
İşte, tarihin gerçekleri göstermektedir ki, bir toplum ne zaman ki ilk başta mantıklı gelen tatlı tatsız sözlere aldanıp kafası karışmış, kendi değerlerini korumakta tereddüt etmişse, ya ulusal kimliğini yitirmiş ya da büyük acılarla gözyaşları ve kanlar dökerek son anda kurtulabilmiştir. Tarih, insanlığa çok açık ve yaşanan olaylarla göstere göstere anlatmıştır ki, sen eğer kendi değerlerine sahip çıkmaz, kendi kültürünü yaşatmaktan geri durursan, başkası kesinlikle gelir, kendi değerlerini tatlı tatlı ya da tatsız tatsız dayatır, o boşluğu kendi kültürüyle doldurur.
Tarihin bu sözleri kulaklarımızda, gözlerimizi satranca çevirdiğimizde görüyoruz ki birileri bizi bir güzel uyutmuş, kendi ülkemizde, Türkiye Cumhuriyeti’nde haçlı satranç takımlarıyla satranç oynamak zorunda bırakılmışız. O kadar ki, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, turnuvalara haçsız satranç takımlarını ya hiç sokmuyor ya da boşta bulunması sonucu turnuva haçsız takımlarla başlamışsa, ikinci turda bu takımları toplatıp haçlı takımların dizdirilmesini emrediyor. Öte yana bakıyoruz ki aynı federasyon yönetimi, ilköğretim okullarına satrancı soktuğunu büyük bir övünçle bağırıyor. Okullara satranç takımları armağan edişini ben de övebilirdim. Ancak, işin içyüzüne biraz baktığımızda görüyoruz ki, bu hazretlerinin kendi bütçelerinden armağan ettikleri takımların hepsi haçlı takımlar. Dahası, satrançseverlere alışveriş yapması için birini sitesinde olmak üzere iki kurumu adını vererek öneriyor: “Takımlarınızı U’dan veya G’den alınız”. Buna neden olarak da yalnızca bu iki kurumun ‘’standartlara uygun’’ satranç takımı ürettiğini söylüyor. Aranan standarda göre takımlar değerlendirilirken, taşların ve tabanın niteliğine bakıldığını beklerseniz, yanılırsınız. Eğer öyle olsaydı, Federasyon’un ‘’standartdışı’’ diye sınıflandırdığı D kurumunun ürettiği takımların niteliğini, Türkiye’deki diğer kurumlarla değil, dünya kurumlarıyla karşılaştırmak çok daha yerinde olacaktır. Federasyon’un ‘’standarttan’’ kastettiği, taşların niteliğiyle değil, yüksekliğiyle ilgilidir. Şahının boyu, başında haç olmadığı için kısa kalıyordu ve D kurumu, bu nedenle “standatlara” giremiyordu. Başka deyişle aradaki fark, diğer takımların şahının tepesindeki o haçtan kaynaklanıyordu. Kısacası, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, kendi sitesinde, Türk halkına, “şu şu kurumlardan takım alın, çünkü tepesinde haç var” demektedir. Durum buyken ilköğretim okullarına haçlı takımlarının sokulmasını, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanı’nın bir başarısı olarak mı göreceğiz, yoksa Türkiye’deki satranca da el atmış yabancıların profesyonel kuklacılarının mı?
Şu, yaşanmış bir olaydır ki çocuk, din sınavında karşılaştığı bir soruyu annesine anlatmaktadır:
- Çevremizdeki dini semboller nelerdir?
- Camiler, kiliseler. Sen ne yanıt verdin oğluşum?
- Ben, haç dedim.
Bir satranç antrenörünün, haçlı takımlar üzerine yorumu ise şöyledir: “Çocuklar Şah’ın üzerindeki işaretin ne olduğunu her sorduğunda yanıt verirken yaralanıyorum.”
Şevki Bey, daha ilk yazısında belirtmiş: “Sıcak bir ortama itildiğimiz ve adına MEDENİYETLER ÇATIŞMASI denilen, din, mezhep ve etnik çatışmaların körüklendiği bu dünya düzeninde bu tür semboller uğruna savaşlar verilirken…”
Herkesin, haçlı satranç takımları konusunun ne denli önemli olduğunu, işin nerelere doğru gittiğini, artık açıkça anladığından hiçbir kuşkum yoktur.
2) Bu simgeler evrenseldir, herkes tarafından evrensel kabul edilmiştir. Dolayısıyla bizim de bu evrenselliğe uymamız gerekir.
Ne güzel, herkes evrensellikten sözediyor! Batılı ülkelerin her şeyiyle girdiği ülkelerin halklarının evrensellikten ne anladığını, burada uzun uzadıya anlatmama gerek yok; ne anlıyorsanız o. Peki, Batılılar evrensellikten ne anlıyor, ona bakalım. Siz, içinden Mevlana’yı çıkarmış kültürünüzün de etkisiyle, yüce duygularla çok hoş tanımlar yapıyorsunuz ama hiç sordunuz mu kendinize “Batılılar, benim hangi değerimi, kültürümün hangi parçasını, kendi halklarına evrensel olarak tanıtmıştır” diye?
Batı müziği evrenseldir. Geri kalanlar Latindir, Uzakdoğudur, Afrikadır, Türktür, Araptır; hepsi yerel müziktir! Batı'nın bilim anlayışı evrenseldir; diğerlerinin bilimi ilkel, yerel, sudan bilimdir. Batı düşünce yapısı ve felsefesi evrenseldir. Diğerleri yereldir; düşünceleri ancak kendilerini bağlar. Batı tarihi evrenseldir, diğerleri kendi çaplarında ve yereldir. Çağlar onlara göre değişir. Türkler İstanbul’u aldığı için değil, onlar İstanbul’u yitirdiği için insanlık yeni bir çağa girmiştir. Türkler İstanbul’u Araplardan ya da Çinlilerden almış olsa, insanlık için hiçbirşey değişmeyecekti. Edebiyatta böyle, sanatta böyle, sporda böyle. Bu arada kendi müzikleri üzerinde Türk müziğinin etkisi nedir, hiç sözetmezler. Kendi felsefe, düşünce ve bilim anlayışlarının, spor dallarının, edebiyat da dahil her türlü sanatlarının, dinsel inançlarının üzerindeki derin Türk izlerine ve etkilerine hiç değinmezler. Ben yalnızca, Batı üzerinde en derin etkisi olan Türklerden sözettim. Bugün bile diğer herkes gibi Batılılar da tüm dünyadan belli ölçülerde etkilenirken, kendileri bunu evrenselliğin doğal bir sonucu olarak değerlendirmedikleri gibi, bu etkileyicileri yok sayıp, üzerine bir de hakaret ederler. Eğer birisi, başkalarından birşeyler alırken, o şeyi o kişilerden aldığını diğerlerinden saklayıp kendi saf ürünüymüş gibi tanıtıyorsa, üzerine de hakaret edip, yeri geldiğinde insanlığın en düşük nitelikleriyle aşağılıyorsa, dahası, diğer herkesin değerlerini yok edip yerine, kolayca yönetebilmek ve her şeyin tek sahibi kabul edilmek için kendi değerlerini koymak eylemindeyse, ben o kişiye çok şey derim ama “uygar” demem! Siz isterseniz kendilerine uygar demeyi sürdürebilirsiniz. Ancak, evrensellikten sözederken, bu kişilerin evrensellik kavramından ne anladığını iyi biliniz.
Bu anlayışlarını hem kendi halkları hem de diğer halklar üzerinde öyle güzel işlerler ki, çevrenize bir bakarsınız, kendi inançlarınız ve değerleriniz yine yereldir, ancak, Batının değerleri ve inançları, simgeleriyle birlikte evrensel oluvermiştir. Bizler de kendimizi, satranç takımındaki haçın evrensel olduğunu söylerken buluruz.
3) Satranç takımı üreten onlar. Doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar. Karşı çıkacak bir şey yok.
İsterse dünyada satranç takımı üreten tek kurum olsun, o kurum, başkalarının değerlerine saygılı davranmak zorundadır. Böyle bir zorunluluk duymak, o kişilerin uygarlığındandır. Bir başka deyişle, sen gerçekten uygarsan, tek üretici sensin diye, istediğin densizliği yapabilecek hakka sahip olmadığını bilirsin. Kaldı ki Türkiye’de haçsız takım üreten bir kurum varken ve TSF başkanlığı bu kurumun tekerine çomak sokmaya özel olarak uğraşırken, “yabancılar, satranç takımı üretiyor, doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar” söyleminin, uygarlık konusuna hiç girmesek bile ne kadar yersiz olduğu açıktır.
4) Siz ne koymayı önerirsiniz? Haç yerine hilâl mi koyalım?
Bizler, hiçbir ulusun satranç takımlarına karışıp da “ulusal turnuvalarında şu simgeleri kullan, şunları kullanma” deme hakkına sahip değiliz. Ancak, iş uluslararası boyuta çıktığında ya da kendi ulusal turnuvalarımızda ucu ulusal değerlerimize dokunduğunda, o haksız ve yüzsüz kişilere sınırlarını bildirmek, elbette bizim ulusal, en doğal ve yerine getirilmesi zorunlu görevimizdir. FİDE’nin davranışına daha sonra kısaca değineceğim. Şimdilik, soruya yanıt olsun diye şu kadarını söyleyeyim: Çeşitli dinlere inanmış ve hiç inanmamış kişileri buluşturan uluslararası turnuvalarda, hiçkimse, FİDE bile haçlı takımlarla oynatmak hakkına sahip değildir. Bizim görüşümüz, satranç taşlarından ve satranç yayınlarından dinsel simgelerin kaldırılmasıdır. Türkiye Satranç Federasyonu ise, Türk satrancını temsil etmelidir, başkalarını değil.
TSF’nin forumunda, TSF başkanının haçlı takımı politikasını savunmaya girişmiş bir arkadaşımız, haçlı takımlara olan itirazları görünce, “bunlara bıraksan, Vezir’in başına türban bağlar” demişti. Yanlış anlaşılmasın, bu sözlerini, tartışmanın yapıldığı konu başlığına değil, başka bir başlık altında yazmıştı. Herhalde alacağı yanıtı hissetmiş olacak ki böyle kaçak güreşmeyi yeğlemiş. Kendisinin bu yazıyı okuyacağından kuşkum olmadığı için, yanıtımı buradan vermekte bir sakınca görmüyorum. Birincisi, bizde erkek olan Vezir, Batı’da Kraliçe olarak dişidir. Kendisi, türban takılacak dediğini Vezir değil, Kraliçe olarak algılamasıyla, satranca kendi kültürünün değil de başkalarının kültürünün çerçevesinden baktığını açıkça dışavurmuş. İkincisi, biz “haç kaldırılsın” derken, sen bunu “haç yerine türban geçirilsin” olarak anlıyorsan, o bizim değil, senin kafa yapını gösterir. Demek ki sana göre, bir kişi, ya haççı ya da türbancı olabilir. Gelgörki, biz bu denli dar bir düşünce dünyasına sığmayız; rica ederim...