27-03-2009, 15:07
SATRANÇ TARİHİ İLE SATRANCIN YERLİ VE YABANCI POLİTİKACILARI ÜZERİNE
Kasparov'a geçmeden önce, satranç tarihimiz konusunda şuna, kısaca değineyim: Arapların "deve" dediği taşa bizim "fil" dememiz, Timur’un çok iyi bir satranççı olduğunu da göz önünde bulundurursak, satrancın Anadolu’ya Arabistan yönünden değil, Türkistan yönünden geldiğini, bence açıkça göstermektedir.
Eski dünya satranç şampiyonu Geri Kasparov (Garry Kasparov), “Benim Ustalarım” adlı kitabının bir bölümünde, Hüseyin Bey’in dikkat çektiği sözleriyle, düşünceleri döndürmüş dolaştırmış, satrancın bir Avrupa icadı olduğuna getirmiş. Kasparov şöyle diyor: Satrancın ilkel bir biçimi vardı ki bu, Hindistan’da ortaya çıkmış. Ancak, bu ilkel oyun, ne zaman ki Avrupa’nın mübarek eline değdi, işte o zaman gerçek anlamda satranç oluverdi. Artık satranç, daha önce öyle değilken, böylelikle bir strateji oyununa, psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyuna dönüverdi.
Kimse Avrupa öncesi satranç hakkında bilgi sahibi olmadığı için, hele hüküm buyuran da Kasparov’sa, dünyayı bu hükme inandırmakta hiç de güçlük çekilmemektedir. Gelgörki Şevki Bey sağolsun, bizler artık Avrupa öncesi satranç hakkında eskisi gibi bilgisiz değiliz. Meğer ki Avrupa, rok kuralını yoktan varetmemiş, önceki bir kuralı roka dönüştürmüş. Erlerin son kareye çıktıktan sonra istediği taşa terfi etmesi de önceki bir kuralın azıcık dönüştürülmesinden ibaretmiş meğer. Örnekleri uzatmaya gerek yok. Sonuçta eski kurallar üzerinde yapılan birkaç dönüştürüm, doğal olarak, bütün satranç açılışlarını ve birçok taktiği değiştirmiştir. Kasparov hazretleri ise bu açılış ve taktik değişimini şöyle yorumlamış: ”Satranç, eskiden psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun değilken, artık o biçim bir oyuna dönmüştür. Bu nedenle satranç gibi bir satrancın beşiği, Avrupa’dır”. Peki güzel kardeşim, bugün satranç tahtası 110 kareye çıksa, şimdikilerden farklı hareket eden birkaç taş eklense, bugüne kadarki bütün açılışlar tarihe karışacak. Yeni açılışlar, oyunlar doğacak. Ya da hiçbirşeyi değiştirme, yalnızca “filin en çok üç kare gidebileceği” kuralını koy. Yine eski oyunlar tarihe karışacak, yenileri doğacak. Sen bunu yapan ülkeyi, yine yuvarlak sözlerle, “satrancın icatçısı” olarak mı adlandıracaksın? Satranca yeniden, “psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline geldi” mi diyeceksin? Usta düzeyindeki savaş, piskolojik alanda yaşanır. Bu gerçek, çok eskilere dayanır. Rakibinin piskolojik zaafı yakalanır ve bunun üzerine gidilir. Kasparov da psikolojik savaşın modelliğini yapan bir oyunun başarılı bir oyuncusu olarak, bunu elbette bilir. Kurnazca ama çok zayıf hamleler bunlar Kasparov!
Yine de Kasparov’u anlayışla karşılamak gerekir, çünkü bu düşünce yapısını kendisi icat etmedi. Sokrates’e bir gün “bir ülkeyi nasıl ele geçirebiliriz” diye sormuşlar. Sokrates de ciddi ciddi şu yanıtı vermiş: “Gençlerini, o toprakların bir zamanlar bizim atalarımıza ait olduğuna inandırarak”. Batı kendisine kılavuz olarak, ne denli insan sevgisi ve ahlakla yoğrulmuş olduğunu bu sözleriyle pek bir belli eden bu düşünürü seçmiştir. Bu öğretmenlerinin gösterdiği yolda ilerlemektedirler. Kasparov’un tüm yaptığı, bu yolda ilerlerken, daha önce başarılı olmuş olan Sokratesçi düşünce yapısını almak ve satranca uyarlamak olmuştur.
Bir de FİDE’nin izlediği haçlı satranç takımı politikasına kısaca gözatalım. FİDE doğal olarak, kimseye “haçlı takımlarla oynayacaksın” demiyor. Dahası, sitesine girilir de bakılırsa görülür ki “bir turnuvada iki oyuncudan herhangi biri, önündeki satranç takımından hoşnut kalmazsa, yerine başka bir takım konur” demektedir. Ancak, bu adamlar piskolojiden çok iyi anlar. Oyuncuların önüne haçlı takımları sürerler, birçok kişi haçlı takımlarıyla oynadığının ayırdına varmaz bile, gözü alışmıştır çünkü. Haçlı takımlarından rahatsızlık duyanların çoğu da, turnuvadaki onca kişi arasında huzursuzluk çıkaracak tek kişi olmaktan kaçındığı için sesini çıkarmaz. Sonra da yetkililer çıkar, ”kimse rahatsız olmuyor, biz de haçlı takımları sürüyoruz” der. Buyur bakalım, hayırlı uğurlu olsun!..
Yeniden TSF başkanlığına dönecek olursak, kendilerine bir uyarım olacak. Bir şeyi oluşturanla yok eden bir olmaz. Bardağı kırmak için herhangi birinin yere bırakması yeterken, bardağı yapmak, sanat, beceri ve emek ister. Siz, bardak yapması gereken kişilere ayrılmış koltuklarda oturuyorsunuz. Gelgelelim, bizler sizin bardak yapacak nitelikte olmadığınızı, dahası, bardak kırmaktan pek bir hoşlanan kişiler olduğunuzu anladık. Uyarım şudur ki kırmaya kalktığınız kimi bardaklar, büyük bardaklardır. Bu bardakları kırabilmek beceri ve gizlilik ister. Siz kendinizi o denli becerikli sanıyorsunuz, ama değilsiniz. Zaman, bunu size göstermekte hiç zorluk çekmeyecektir. O tutunduğunuz haçı da bırakmanızı öneririm. Yoksa o haç birgün devrilirse, Allah korusun, sizi de götürür.
Satrançseverlere de diyeceğim var. Haçlı takımlar olsun başka konular olsun, rahatsız olduğunuz bir durum varsa, tepkinizi ortaya koyunuz. Federasyon başkanlığının ses çıkarmaması, sizi duymadığı anlamına gelmez. Biliniz ki kendileri, nabzınızı takip etmek zorunluluğu hissetmektedir. Hiç kuşkunuz olmasın yazdıklarınız okunmaktadır; öyleyse yazınız.
Tarihten ve Batı’dan bu kadar sözettikten sonra, bir şeye daha değinmeden geçemeyeceğim. Volter (Voltaire), Türkleri, bunca büyük egemenlikler kurmuş olmasına karşın, dünya uygarlığına önemli bir katkısı olmadığı için küçümsediğini söyler. Arapları ise neredeyse göklere taşır. Bunun nedenini şöyle açıklar: “Hindistan’dan aldıkları bugünkü rakamları Avrupa’ya getiren Araplardır. Yıldızların seyrini de biz onlardan öğrendik. Bugün bizde çok ilerlemiş olan kimya, Arapların malıdır. Hekimlik de onlarda epey gelişmiştir. Onlara Hipokrat ve Galien mektebinin ilaçlarından daha tatlı, daha şifalı birçok devalar borçluyuz. Cebir de onların icatlarından biridir”. İşin gerçeğiyse şudur: Türkler İslâmiyet’e girerken, gelişmiş gökbilimi ve hekimlikleriyle birlikte geçmiştir. Gezegenlerin ve otların adları sonradan Arapçalaştırılmıştır. Avrupa’da yüzyıllarca okutulan, heykelini diktikleri İbni Sina, Volter’in sandığı gibi Arap değil, Türktür. Aynı biçimde, cebiri bulan Harizmi ile kimyayı kuran Cabir Bin Hayyan da Türktür. Arapların Hindistan’dan getirdiği bugünkü rakamları Hindistan'a götüren, yine Türklerdir. Ancak Volter’in Türkleri aşağılayıp, Arapları yüceltmesi, kasıtlı değil, yanlış bilgidendir. Yoksa kendisi, yeri geldiğinde Türklerin hakkını içtenlikle teslim etmiş biridir.
Hem kendimizin kim olduğunu bilmek hem de başkalarının bizi doğru tanıması adına, tarihimize, kimliğimize ve değerlerimize sahip çıkmamız zorunludur. Saygılarımla.
İskender Altındiş
Kasparov'a geçmeden önce, satranç tarihimiz konusunda şuna, kısaca değineyim: Arapların "deve" dediği taşa bizim "fil" dememiz, Timur’un çok iyi bir satranççı olduğunu da göz önünde bulundurursak, satrancın Anadolu’ya Arabistan yönünden değil, Türkistan yönünden geldiğini, bence açıkça göstermektedir.
Eski dünya satranç şampiyonu Geri Kasparov (Garry Kasparov), “Benim Ustalarım” adlı kitabının bir bölümünde, Hüseyin Bey’in dikkat çektiği sözleriyle, düşünceleri döndürmüş dolaştırmış, satrancın bir Avrupa icadı olduğuna getirmiş. Kasparov şöyle diyor: Satrancın ilkel bir biçimi vardı ki bu, Hindistan’da ortaya çıkmış. Ancak, bu ilkel oyun, ne zaman ki Avrupa’nın mübarek eline değdi, işte o zaman gerçek anlamda satranç oluverdi. Artık satranç, daha önce öyle değilken, böylelikle bir strateji oyununa, psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyuna dönüverdi.
Kimse Avrupa öncesi satranç hakkında bilgi sahibi olmadığı için, hele hüküm buyuran da Kasparov’sa, dünyayı bu hükme inandırmakta hiç de güçlük çekilmemektedir. Gelgörki Şevki Bey sağolsun, bizler artık Avrupa öncesi satranç hakkında eskisi gibi bilgisiz değiliz. Meğer ki Avrupa, rok kuralını yoktan varetmemiş, önceki bir kuralı roka dönüştürmüş. Erlerin son kareye çıktıktan sonra istediği taşa terfi etmesi de önceki bir kuralın azıcık dönüştürülmesinden ibaretmiş meğer. Örnekleri uzatmaya gerek yok. Sonuçta eski kurallar üzerinde yapılan birkaç dönüştürüm, doğal olarak, bütün satranç açılışlarını ve birçok taktiği değiştirmiştir. Kasparov hazretleri ise bu açılış ve taktik değişimini şöyle yorumlamış: ”Satranç, eskiden psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun değilken, artık o biçim bir oyuna dönmüştür. Bu nedenle satranç gibi bir satrancın beşiği, Avrupa’dır”. Peki güzel kardeşim, bugün satranç tahtası 110 kareye çıksa, şimdikilerden farklı hareket eden birkaç taş eklense, bugüne kadarki bütün açılışlar tarihe karışacak. Yeni açılışlar, oyunlar doğacak. Ya da hiçbirşeyi değiştirme, yalnızca “filin en çok üç kare gidebileceği” kuralını koy. Yine eski oyunlar tarihe karışacak, yenileri doğacak. Sen bunu yapan ülkeyi, yine yuvarlak sözlerle, “satrancın icatçısı” olarak mı adlandıracaksın? Satranca yeniden, “psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline geldi” mi diyeceksin? Usta düzeyindeki savaş, piskolojik alanda yaşanır. Bu gerçek, çok eskilere dayanır. Rakibinin piskolojik zaafı yakalanır ve bunun üzerine gidilir. Kasparov da psikolojik savaşın modelliğini yapan bir oyunun başarılı bir oyuncusu olarak, bunu elbette bilir. Kurnazca ama çok zayıf hamleler bunlar Kasparov!
Yine de Kasparov’u anlayışla karşılamak gerekir, çünkü bu düşünce yapısını kendisi icat etmedi. Sokrates’e bir gün “bir ülkeyi nasıl ele geçirebiliriz” diye sormuşlar. Sokrates de ciddi ciddi şu yanıtı vermiş: “Gençlerini, o toprakların bir zamanlar bizim atalarımıza ait olduğuna inandırarak”. Batı kendisine kılavuz olarak, ne denli insan sevgisi ve ahlakla yoğrulmuş olduğunu bu sözleriyle pek bir belli eden bu düşünürü seçmiştir. Bu öğretmenlerinin gösterdiği yolda ilerlemektedirler. Kasparov’un tüm yaptığı, bu yolda ilerlerken, daha önce başarılı olmuş olan Sokratesçi düşünce yapısını almak ve satranca uyarlamak olmuştur.
Bir de FİDE’nin izlediği haçlı satranç takımı politikasına kısaca gözatalım. FİDE doğal olarak, kimseye “haçlı takımlarla oynayacaksın” demiyor. Dahası, sitesine girilir de bakılırsa görülür ki “bir turnuvada iki oyuncudan herhangi biri, önündeki satranç takımından hoşnut kalmazsa, yerine başka bir takım konur” demektedir. Ancak, bu adamlar piskolojiden çok iyi anlar. Oyuncuların önüne haçlı takımları sürerler, birçok kişi haçlı takımlarıyla oynadığının ayırdına varmaz bile, gözü alışmıştır çünkü. Haçlı takımlarından rahatsızlık duyanların çoğu da, turnuvadaki onca kişi arasında huzursuzluk çıkaracak tek kişi olmaktan kaçındığı için sesini çıkarmaz. Sonra da yetkililer çıkar, ”kimse rahatsız olmuyor, biz de haçlı takımları sürüyoruz” der. Buyur bakalım, hayırlı uğurlu olsun!..
Yeniden TSF başkanlığına dönecek olursak, kendilerine bir uyarım olacak. Bir şeyi oluşturanla yok eden bir olmaz. Bardağı kırmak için herhangi birinin yere bırakması yeterken, bardağı yapmak, sanat, beceri ve emek ister. Siz, bardak yapması gereken kişilere ayrılmış koltuklarda oturuyorsunuz. Gelgelelim, bizler sizin bardak yapacak nitelikte olmadığınızı, dahası, bardak kırmaktan pek bir hoşlanan kişiler olduğunuzu anladık. Uyarım şudur ki kırmaya kalktığınız kimi bardaklar, büyük bardaklardır. Bu bardakları kırabilmek beceri ve gizlilik ister. Siz kendinizi o denli becerikli sanıyorsunuz, ama değilsiniz. Zaman, bunu size göstermekte hiç zorluk çekmeyecektir. O tutunduğunuz haçı da bırakmanızı öneririm. Yoksa o haç birgün devrilirse, Allah korusun, sizi de götürür.
Satrançseverlere de diyeceğim var. Haçlı takımlar olsun başka konular olsun, rahatsız olduğunuz bir durum varsa, tepkinizi ortaya koyunuz. Federasyon başkanlığının ses çıkarmaması, sizi duymadığı anlamına gelmez. Biliniz ki kendileri, nabzınızı takip etmek zorunluluğu hissetmektedir. Hiç kuşkunuz olmasın yazdıklarınız okunmaktadır; öyleyse yazınız.
Tarihten ve Batı’dan bu kadar sözettikten sonra, bir şeye daha değinmeden geçemeyeceğim. Volter (Voltaire), Türkleri, bunca büyük egemenlikler kurmuş olmasına karşın, dünya uygarlığına önemli bir katkısı olmadığı için küçümsediğini söyler. Arapları ise neredeyse göklere taşır. Bunun nedenini şöyle açıklar: “Hindistan’dan aldıkları bugünkü rakamları Avrupa’ya getiren Araplardır. Yıldızların seyrini de biz onlardan öğrendik. Bugün bizde çok ilerlemiş olan kimya, Arapların malıdır. Hekimlik de onlarda epey gelişmiştir. Onlara Hipokrat ve Galien mektebinin ilaçlarından daha tatlı, daha şifalı birçok devalar borçluyuz. Cebir de onların icatlarından biridir”. İşin gerçeğiyse şudur: Türkler İslâmiyet’e girerken, gelişmiş gökbilimi ve hekimlikleriyle birlikte geçmiştir. Gezegenlerin ve otların adları sonradan Arapçalaştırılmıştır. Avrupa’da yüzyıllarca okutulan, heykelini diktikleri İbni Sina, Volter’in sandığı gibi Arap değil, Türktür. Aynı biçimde, cebiri bulan Harizmi ile kimyayı kuran Cabir Bin Hayyan da Türktür. Arapların Hindistan’dan getirdiği bugünkü rakamları Hindistan'a götüren, yine Türklerdir. Ancak Volter’in Türkleri aşağılayıp, Arapları yüceltmesi, kasıtlı değil, yanlış bilgidendir. Yoksa kendisi, yeri geldiğinde Türklerin hakkını içtenlikle teslim etmiş biridir.
Hem kendimizin kim olduğunu bilmek hem de başkalarının bizi doğru tanıması adına, tarihimize, kimliğimize ve değerlerimize sahip çıkmamız zorunludur. Saygılarımla.
İskender Altındiş