11-07-2008, 19:18
Minik çocuk elindeki tren biletini sıkıca tutuyordu. Önünden geçen insanlar onun bu telaşlı ve çekingen haline inat ne kadar da rahat görünüyorlardı. Antalya'nın en büyük tren istasyonunda saatlerdir farkında olmadan onlarca tren uğurlamıştı. Bu trenlerin içinde ne kadar da çok veda, ne kadar da çok vuslat vardı kim bilir... Herkes bir yerden bir yere gidiyordu. Birilerinden ayrılıp başka birilerine gidiyordu insanlar. Ve bizim ufaklık da olup biteni umursamaksızın terli ellerinin arasındaki biletin saatine bakıyordu arada bir.Sonra da istasyonun ortasındaki büyük saate bakıp, bir şeyler mırıldanıyordu kendi kendine...
Çocukluğunu Antalya'da tüketen ihtiyarlar iyi bilirler, istasyonun az ilerisinde küçük bir terzi dükkanı vardı. Bu dükkanı ayrıldığı eşinden devralan Sema Teyze'nin, büyük oğlu Ali de ara sıra bu dükkana uğrayıp annesine yardım eder, sonra da o civardaki satranç kulübüne uğrardı. Orada ilkokul çocuklarına satranç dersi verip annesine pek yük olmadan okuyup gidiyordu. Ufaklık treni bekleyedursun, Ali de annesiyle vedalaşıp istasyonda tren bekleyenler arasına katılmıştı çoktan. Küçük çocuğu hiç fark etmedi bile, saatlerdir 10-15 metre mesafeyle oturuyorlardı; ama Ali, çocuğu belli belirsiz görüyordu...
Mevsimse artık sonbahardı. Yapraklardan başka her şeyde kendini belli ediyordu hüzün. Antalya'da ağaçlar sanki henüz fark edememişti sonbaharın geldiğini.-Sonbaharda istasyonlar bir başkadır, özellikle Antalya'da...Ağlamak için sebebiniz kalmaz; eğer bir sonbahar akşamüstüsü bir istasyona gidiverirseniz...Gidip de el sallarsanız tanımadığınız insanlara, tam da trenleri kalktı kalkacakken..Sürekli bir şeylere veda etmekte olan doğanın içinde sonbahara layık bir şeyler yapmanız gerektiğinde istasyonlara gidin..İlkbaharda kavuşacak gibi ayrılın her kimden ayrılırsanız, çünkü vedalar ancak kavuşma ümidiyle güzeldir!- Bütün bu kalabalığın arasında düşünceli ve sıkılgan tavrıyla oturmakta olan Ali bu trenle okuluna gidecekti. Okullar açılalı bir hafta olmuştu. Ama Ali, bazı öğrencilerinin ders ücretlerini peşin aldığı için bir hafta daha kalmaya karar vermişti.Sorumluluklarını yerine getirmenin verdiği rahatlıkla bekliyordu peronda.Gözünü saatten ayıramıyordu.Çok sabırsızdı bu aralar.Bir an evvel şu yolculuk bitsin istiyordu. Ufaklığın da tek istediği bir an önce şu trene binip babasına ulaşabilmekti. Hava kararmadan keşke binebilseydi trenine. Herkesten kuşkulanmaktan, herkesten korkmaktan yorulmuştu. Eğer şimdi babası yanında olsaydı kimseden korkmaya da gerek kalmazdı!
Ali'nin durumu biraz farklıydı. Babasını uzun yıllar önce kaybetmişti ve kendisini bunun sorumlusu olarak görüyordu senelerdir. Babasızlığın bedelini yıllarca her şeyden ve herkesten korkarak, çekinerek ödemişti. Kendini hep güçsüz, hep çaresiz hissediyordu. Mahallenin çocuklarından birisi Ali'yi dövse ağlayarak eve geliyordu sadece. Oysa başka çocukların babaları vardı, kimse cesaret edemezdi onları dövmeye. İnsanlardan korkuyordu Ali, paramparça ailesi ve öğrencilerinden başka herkesten korkuyordu. O da keşke babam yanımda olabilse diye düşünüyordu yine…
Ve nihayet kampana!Ali ve ufaklık trendeki yerlerini aldılar.Kompartımana girdiklerinde küçük çocuk Ali'ye kızmış gibi bakıyordu.Ali sebebini anlamadı.Sonra çocuk az ileriye oturdu ve etrafa boş boş bakmaya başladı.Tren artık kalkıyordu.İnsanlar el sallıyordu yakınlarının, sevdiklerinin ardından.İkisi de kendileri için el sallayan olmadığını görünce bir an için göz göze geldiler ve umursamaz gibi yapıp el sallamaya başladılar tanımadıkları tanıdıklarına..! Çok geçmeden biletçi kapıda göründü. Ali'den bileti aldı fakat çocuğa bakmadan çekti gitti. Ali biletini adama doğru uzatınca, biletçi ona biletini verdiğine dair bir kırmızı kağıt tutuşturup üzerine biletin üzerinde yazan numarayı yazmıştı. ''81286'' Bu numara küçük çocuğun hayatında daha sonra karşısına çıkacaktı bir zaman. Ve hatırlamayacaktı biletin numarasının bu olduğunu. Ali'ninse karşısına çıkmıştı bu numara ve o da hatırlamıyordu nereden duyduğunu…
Yolculuk artık başlamıştı. Ara sıra birbirlerine bakıyorlardı. Birbirlerini tanıyor gibiydi her ikisi de. Çocuk küçük zihnini yokladı, yok… Ali çok düşündü, çok uğraştı ama yok… Yolculuğun ilerleyen saatlerinde yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Her ikisi de çekingenliklerini atmışlardı üstlerinden. Ali yemeğini çocukla paylaştı, çocuksa sadece teşekkür edebiliyordu. Hiç parası ve yiyeceği yoktu. Ali çok şey anlattı çocuğa uzun uzun. Bütün hayatındaki kırgınlıklarını, yalnızlıklarını bu minik çocukla paylaşıyordu. Çocuk da hiç sıkılmadan istekli gözlerle dinliyordu. Fazla konuşmuyordu çocuk. Ama ara sıra duyduklarını onaylarcasına kafasını hafifçe öne sallıyor ve yeniden pür dikkat dinliyordu Ali'nin dudaklarından çıkan her kelimeyi. Derken Ali cebinden küçücük bir satranç tahtası çıkardı. Çocuğa satranç bilip bilmediğini sordu. Çocuk bilmediğini ima edercesine bir bakış attı. Ve Ali çocuğa satranç öğretmeye başladı. Çocuk Ali'nin söylediği hiçbir şeyi dinlemiyordu bu kez. Sanki daha önce duyduğu için şimdi sıkıcı geliyordu anlatılanlar. Çocuğu isteksiz görünce vazgeçti önce, çocuk ısrar edince de dayanamadı ve bir maç yapmaya karar verdi.Uzun uzun oynadılar. Düşündüler... Çocuk ne kadar da güzel oynuyordu.Muhakkak bir yerden öğrenmiş olmalıydı. Bu ilk maçı olamazdı. Maç hep dengeli gitti. Ve sonunda da eşitlik bozulmadı ve sonuç berabere.. Ali çok şaşırmıştı. Ona, satrancı bu yaşta nasıl böyle oynayabildiğini sordu. Çocuk yanıtlamadı. Bu çocuk bir dahi falan olmalıydı. Ali bir maç daha teklif etti. Ve berabere… Ve sonraki de berabere. Çocuk, Ali'nin bütün planlarını önceden seziyor ve ona göre önlem alıyordu resmen. Bu kadar da olamazdı. Ve bir süre sonra yorulup, konuşmaya devam ettiler. Konuştukça bu çocuğu daha çok sevdi, daha çok yardım etmek, destek olmak istedi. Kendi hayatıyla ilgili bütün sorunlarını unutmuştu sanki. Tek istediği bu çocuk mutlu olsundu. Fakat kimdi bu çocuk? Neden bu kadar çok sevmişti ki birdenbire..?
Ali uykuya daldı bir ara… Uyandığında çocuğu göremedi… Panikledi ve trende çocuğu aramaya başladı. Bir türlü bulamadı. Ağlamaklı oldu. Nereye gitmişti bu çocuk? Yoksa ara istasyonlardan birinde inmiş miydi? Evet evet, öyle olmalıydı. Ama neden veda etmemişti ki? Belli ki rahatsız etmek istememişti. Bütün bunların arasında acıktığını hatırladı Ali. Ve yemeğini yemeye koyuldu. Varacağı yere çok az kalmıştı. Kafasında o kadar soru işareti vardı ki, o çocukla konuştuktan sonra kendisini çok iyi hissetmişti ama şimdi çocuğu yitirince daha da bunalmıştı. O çocuğu bulup onunla konuşmalıydı. Bir şekilde karşılaşmalıydı o çocukla... Sonunda tren son durağa geldi. Ali eşyalarını alıp indiği anda uzakta çocuğu gördü. Her şeyi bırakıp peşinden koştu ki, yok… Gitmişti. Nasıl olurdu? Bu kadar sürede oradan kaybolamazdı… Yorgunluktan hayal gördüğüne kendisini inandırmaya çalışarak kaldığı yurda doğru gitti.
O akşamı dinlenerek geçirdi ve ertesi sabah ayağının tozuyla hafta sonu düzenlenen satranç turnuvasına gitti. İlk maçı kazandı, ikinciyi de, sonrakini de ve sonrakini de… Çok güzel maçlar yapıyordu... Kafası çok rahatlamıştı ve maç sırasında sadece satranç düşünüyordu artık. Kendi içindeki birçok problemini o çocuğa anlatınca rahatlamış olmalıydı. Son maçını da kazanmak üzereyken, süresinin çok olmasını fırsat bilip turnuva alanını dolaşmaya karar verdi. İyi oyuncuların maçlarının etrafı kalabalıktı ve o da araya karışıp konuma baktıktan sonra uzaklaşıyordu. Sonra maçı izleyenler arasında küçük bir çocuk gördü. Ve evet! İşte! Kompartımandaki ufaklık! Neredesin, nereye gittin, neden giderken haber vermedin dedi. Çocuk yine yanıtlamadı. Hakemlerden birisi gelip Ali'yi sessiz olması konusunda uyardı. Ve Ali'yi oynadığı masaya gönderdi. Çocukla göz göze geldiler ve tekrar maça döndü. İyice yorulmuştu. Kafası da karışmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Konum olarak üstündü ama basireti bağlanmış halde oturdu kaldı. Birkaç saniye için kafasını toparladı, derin nefes aldı ve bir hamle yaptı. O da ne!? Çocuk saate basmıştı. Rakibi de dalmış olacaktı ki görmemişti. Çocuğa tebessüm etti ve kaş göz hareketleriyle uzaklaşmasını söyledi. Durup dururken hakemlerden azar işitmesini istemiyordu. Ve maç bitti. Turnuvayı kazandı... Madalyasını taktılar ve törende onu alkışlayanlar arasında yine o ufaklık vardı. Ona el salladı ve karşılıklı gülüştüler. Tam törenden inip yanına gidecekti ki yine kayboldu çocuk. Ali anlam veremedi fakat bu sefer fazla umursamadı. Bu madalya ona iyi gelmişti. Kendini mutlu ve huzurlu hissederek yurda döndü…
Aradan birkaç ay geçmişti. Çocukla bir daha hiç karşılaşmadı. Ali vizelere hazırlanırken sabahlara kadar çalışıyordu. Odasındaki arkadaşı ona çay kahve taşımaktan bitkin düşmüştü. Ali de inanılmaz bir dirayetle sandalyeden hiç kalkmıyordu. Bir ara masanın üzerinde uykuya daldı. Omzuna küçük bir el dokundu. Ufaklıktı! Nereden geldin, nasıl geldin dedi Ali. Yine yanıt yok. Baban merak eder dedi çocuğa. Seni babana götüreceğim nerede baban dedi. Çocuk ben seni babama götürmeye geldim zaten dedi. Çocuk önde Ali arkada aşağıya indiler. Şehrin karanlık sokaklarından büyülenmiş gibi geçip gittiler. Issız bir yere geldiler ve çocuk seslendi, işte babam… Ali bir şey göremiyordu. Tekrar baktı. Hayır, orada hiçbir şey yoktu. Nereye geldiğini kestirmeye çalıştı. Burası bir mezarlığın başladığı yerdi. Nedense hiç korkmadı. Çocuk sürekli 'işte, gel, işte burada' diyordu. Çocuğu takip etti. Ve bir mezar taşına baktı ve o anda zihninde şimşekler çaktı. Çocuk kaybolmuştu yine ortadan ve Ali anladı ki mezarda yatan adam kendi babasıydı!
Çocukluğunu Antalya'da tüketen ihtiyarlar iyi bilirler, istasyonun az ilerisinde küçük bir terzi dükkanı vardı. Bu dükkanı ayrıldığı eşinden devralan Sema Teyze'nin, büyük oğlu Ali de ara sıra bu dükkana uğrayıp annesine yardım eder, sonra da o civardaki satranç kulübüne uğrardı. Orada ilkokul çocuklarına satranç dersi verip annesine pek yük olmadan okuyup gidiyordu. Ufaklık treni bekleyedursun, Ali de annesiyle vedalaşıp istasyonda tren bekleyenler arasına katılmıştı çoktan. Küçük çocuğu hiç fark etmedi bile, saatlerdir 10-15 metre mesafeyle oturuyorlardı; ama Ali, çocuğu belli belirsiz görüyordu...
Mevsimse artık sonbahardı. Yapraklardan başka her şeyde kendini belli ediyordu hüzün. Antalya'da ağaçlar sanki henüz fark edememişti sonbaharın geldiğini.-Sonbaharda istasyonlar bir başkadır, özellikle Antalya'da...Ağlamak için sebebiniz kalmaz; eğer bir sonbahar akşamüstüsü bir istasyona gidiverirseniz...Gidip de el sallarsanız tanımadığınız insanlara, tam da trenleri kalktı kalkacakken..Sürekli bir şeylere veda etmekte olan doğanın içinde sonbahara layık bir şeyler yapmanız gerektiğinde istasyonlara gidin..İlkbaharda kavuşacak gibi ayrılın her kimden ayrılırsanız, çünkü vedalar ancak kavuşma ümidiyle güzeldir!- Bütün bu kalabalığın arasında düşünceli ve sıkılgan tavrıyla oturmakta olan Ali bu trenle okuluna gidecekti. Okullar açılalı bir hafta olmuştu. Ama Ali, bazı öğrencilerinin ders ücretlerini peşin aldığı için bir hafta daha kalmaya karar vermişti.Sorumluluklarını yerine getirmenin verdiği rahatlıkla bekliyordu peronda.Gözünü saatten ayıramıyordu.Çok sabırsızdı bu aralar.Bir an evvel şu yolculuk bitsin istiyordu. Ufaklığın da tek istediği bir an önce şu trene binip babasına ulaşabilmekti. Hava kararmadan keşke binebilseydi trenine. Herkesten kuşkulanmaktan, herkesten korkmaktan yorulmuştu. Eğer şimdi babası yanında olsaydı kimseden korkmaya da gerek kalmazdı!
Ali'nin durumu biraz farklıydı. Babasını uzun yıllar önce kaybetmişti ve kendisini bunun sorumlusu olarak görüyordu senelerdir. Babasızlığın bedelini yıllarca her şeyden ve herkesten korkarak, çekinerek ödemişti. Kendini hep güçsüz, hep çaresiz hissediyordu. Mahallenin çocuklarından birisi Ali'yi dövse ağlayarak eve geliyordu sadece. Oysa başka çocukların babaları vardı, kimse cesaret edemezdi onları dövmeye. İnsanlardan korkuyordu Ali, paramparça ailesi ve öğrencilerinden başka herkesten korkuyordu. O da keşke babam yanımda olabilse diye düşünüyordu yine…
Ve nihayet kampana!Ali ve ufaklık trendeki yerlerini aldılar.Kompartımana girdiklerinde küçük çocuk Ali'ye kızmış gibi bakıyordu.Ali sebebini anlamadı.Sonra çocuk az ileriye oturdu ve etrafa boş boş bakmaya başladı.Tren artık kalkıyordu.İnsanlar el sallıyordu yakınlarının, sevdiklerinin ardından.İkisi de kendileri için el sallayan olmadığını görünce bir an için göz göze geldiler ve umursamaz gibi yapıp el sallamaya başladılar tanımadıkları tanıdıklarına..! Çok geçmeden biletçi kapıda göründü. Ali'den bileti aldı fakat çocuğa bakmadan çekti gitti. Ali biletini adama doğru uzatınca, biletçi ona biletini verdiğine dair bir kırmızı kağıt tutuşturup üzerine biletin üzerinde yazan numarayı yazmıştı. ''81286'' Bu numara küçük çocuğun hayatında daha sonra karşısına çıkacaktı bir zaman. Ve hatırlamayacaktı biletin numarasının bu olduğunu. Ali'ninse karşısına çıkmıştı bu numara ve o da hatırlamıyordu nereden duyduğunu…
Yolculuk artık başlamıştı. Ara sıra birbirlerine bakıyorlardı. Birbirlerini tanıyor gibiydi her ikisi de. Çocuk küçük zihnini yokladı, yok… Ali çok düşündü, çok uğraştı ama yok… Yolculuğun ilerleyen saatlerinde yavaş yavaş konuşmaya başladılar. Her ikisi de çekingenliklerini atmışlardı üstlerinden. Ali yemeğini çocukla paylaştı, çocuksa sadece teşekkür edebiliyordu. Hiç parası ve yiyeceği yoktu. Ali çok şey anlattı çocuğa uzun uzun. Bütün hayatındaki kırgınlıklarını, yalnızlıklarını bu minik çocukla paylaşıyordu. Çocuk da hiç sıkılmadan istekli gözlerle dinliyordu. Fazla konuşmuyordu çocuk. Ama ara sıra duyduklarını onaylarcasına kafasını hafifçe öne sallıyor ve yeniden pür dikkat dinliyordu Ali'nin dudaklarından çıkan her kelimeyi. Derken Ali cebinden küçücük bir satranç tahtası çıkardı. Çocuğa satranç bilip bilmediğini sordu. Çocuk bilmediğini ima edercesine bir bakış attı. Ve Ali çocuğa satranç öğretmeye başladı. Çocuk Ali'nin söylediği hiçbir şeyi dinlemiyordu bu kez. Sanki daha önce duyduğu için şimdi sıkıcı geliyordu anlatılanlar. Çocuğu isteksiz görünce vazgeçti önce, çocuk ısrar edince de dayanamadı ve bir maç yapmaya karar verdi.Uzun uzun oynadılar. Düşündüler... Çocuk ne kadar da güzel oynuyordu.Muhakkak bir yerden öğrenmiş olmalıydı. Bu ilk maçı olamazdı. Maç hep dengeli gitti. Ve sonunda da eşitlik bozulmadı ve sonuç berabere.. Ali çok şaşırmıştı. Ona, satrancı bu yaşta nasıl böyle oynayabildiğini sordu. Çocuk yanıtlamadı. Bu çocuk bir dahi falan olmalıydı. Ali bir maç daha teklif etti. Ve berabere… Ve sonraki de berabere. Çocuk, Ali'nin bütün planlarını önceden seziyor ve ona göre önlem alıyordu resmen. Bu kadar da olamazdı. Ve bir süre sonra yorulup, konuşmaya devam ettiler. Konuştukça bu çocuğu daha çok sevdi, daha çok yardım etmek, destek olmak istedi. Kendi hayatıyla ilgili bütün sorunlarını unutmuştu sanki. Tek istediği bu çocuk mutlu olsundu. Fakat kimdi bu çocuk? Neden bu kadar çok sevmişti ki birdenbire..?
Ali uykuya daldı bir ara… Uyandığında çocuğu göremedi… Panikledi ve trende çocuğu aramaya başladı. Bir türlü bulamadı. Ağlamaklı oldu. Nereye gitmişti bu çocuk? Yoksa ara istasyonlardan birinde inmiş miydi? Evet evet, öyle olmalıydı. Ama neden veda etmemişti ki? Belli ki rahatsız etmek istememişti. Bütün bunların arasında acıktığını hatırladı Ali. Ve yemeğini yemeye koyuldu. Varacağı yere çok az kalmıştı. Kafasında o kadar soru işareti vardı ki, o çocukla konuştuktan sonra kendisini çok iyi hissetmişti ama şimdi çocuğu yitirince daha da bunalmıştı. O çocuğu bulup onunla konuşmalıydı. Bir şekilde karşılaşmalıydı o çocukla... Sonunda tren son durağa geldi. Ali eşyalarını alıp indiği anda uzakta çocuğu gördü. Her şeyi bırakıp peşinden koştu ki, yok… Gitmişti. Nasıl olurdu? Bu kadar sürede oradan kaybolamazdı… Yorgunluktan hayal gördüğüne kendisini inandırmaya çalışarak kaldığı yurda doğru gitti.
O akşamı dinlenerek geçirdi ve ertesi sabah ayağının tozuyla hafta sonu düzenlenen satranç turnuvasına gitti. İlk maçı kazandı, ikinciyi de, sonrakini de ve sonrakini de… Çok güzel maçlar yapıyordu... Kafası çok rahatlamıştı ve maç sırasında sadece satranç düşünüyordu artık. Kendi içindeki birçok problemini o çocuğa anlatınca rahatlamış olmalıydı. Son maçını da kazanmak üzereyken, süresinin çok olmasını fırsat bilip turnuva alanını dolaşmaya karar verdi. İyi oyuncuların maçlarının etrafı kalabalıktı ve o da araya karışıp konuma baktıktan sonra uzaklaşıyordu. Sonra maçı izleyenler arasında küçük bir çocuk gördü. Ve evet! İşte! Kompartımandaki ufaklık! Neredesin, nereye gittin, neden giderken haber vermedin dedi. Çocuk yine yanıtlamadı. Hakemlerden birisi gelip Ali'yi sessiz olması konusunda uyardı. Ve Ali'yi oynadığı masaya gönderdi. Çocukla göz göze geldiler ve tekrar maça döndü. İyice yorulmuştu. Kafası da karışmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Konum olarak üstündü ama basireti bağlanmış halde oturdu kaldı. Birkaç saniye için kafasını toparladı, derin nefes aldı ve bir hamle yaptı. O da ne!? Çocuk saate basmıştı. Rakibi de dalmış olacaktı ki görmemişti. Çocuğa tebessüm etti ve kaş göz hareketleriyle uzaklaşmasını söyledi. Durup dururken hakemlerden azar işitmesini istemiyordu. Ve maç bitti. Turnuvayı kazandı... Madalyasını taktılar ve törende onu alkışlayanlar arasında yine o ufaklık vardı. Ona el salladı ve karşılıklı gülüştüler. Tam törenden inip yanına gidecekti ki yine kayboldu çocuk. Ali anlam veremedi fakat bu sefer fazla umursamadı. Bu madalya ona iyi gelmişti. Kendini mutlu ve huzurlu hissederek yurda döndü…
Aradan birkaç ay geçmişti. Çocukla bir daha hiç karşılaşmadı. Ali vizelere hazırlanırken sabahlara kadar çalışıyordu. Odasındaki arkadaşı ona çay kahve taşımaktan bitkin düşmüştü. Ali de inanılmaz bir dirayetle sandalyeden hiç kalkmıyordu. Bir ara masanın üzerinde uykuya daldı. Omzuna küçük bir el dokundu. Ufaklıktı! Nereden geldin, nasıl geldin dedi Ali. Yine yanıt yok. Baban merak eder dedi çocuğa. Seni babana götüreceğim nerede baban dedi. Çocuk ben seni babama götürmeye geldim zaten dedi. Çocuk önde Ali arkada aşağıya indiler. Şehrin karanlık sokaklarından büyülenmiş gibi geçip gittiler. Issız bir yere geldiler ve çocuk seslendi, işte babam… Ali bir şey göremiyordu. Tekrar baktı. Hayır, orada hiçbir şey yoktu. Nereye geldiğini kestirmeye çalıştı. Burası bir mezarlığın başladığı yerdi. Nedense hiç korkmadı. Çocuk sürekli 'işte, gel, işte burada' diyordu. Çocuğu takip etti. Ve bir mezar taşına baktı ve o anda zihninde şimşekler çaktı. Çocuk kaybolmuştu yine ortadan ve Ali anladı ki mezarda yatan adam kendi babasıydı!