STAUNTON, KASPAROV, ANAND VE DSM
#21
Mehmet Bey
Size de teşekkürler.
Anand’ın dediğiniz röportaja kaynak verirseniz daha iyi olur düşüncesindeyim.

Bir de şöyle bir tümce var: “Bishop(=kardinal) devenin yerine geçti ve Kral ile Kraliçeye yaverlik etmeye başladı”

Develer de mi girmiş oyuna? Emeviler fili mi atı mı yoksa “pireyi mi” deve yapmış ? (“pireyi deve yapmadan” bu konuya bir açıklık getirilmesi iyi olur.)

Ayrıca satranca Avrupa!nın katkısını benim de inkar ettiğim yok.
Yalnızca: “ bu nehrin kolları üzerindeki icatları, nehrin kaynağı olarak göstermeyeceksiniz” demiştim. Bu sözüm aynı zamanda Avrupa’da satrancın kazandıkları yenilikleri de kabul etmektir. Avrupa sürecinde satranç bazı “handikaplarından” kurtulmuştur.

Anand’ın sözlerinde, satranca batının katkısı inkar edilmiyor, ama Kasparov’un açıklamasında tahrif olduğunu ya da olmadığını biraz da okuyuculara bırakalım.



Konu yoluna giriyor gibi…
Cevapla
#22
Çevirinin sonuna linki eklemeyi unutmuşum.Bu arada bir düzeltme yapmak istiyorum.Bir röportaj değil Time dergisinden alınmış bir yazıdan çeviri yapmışım.Anand Time dergisine konuk yazar olarak yazmış.Benim yazıyı okuduğum site ise biraz kısaltarak aktardığı için bazı noktalar çeviride eksik kalmış.Yazıda eski kurallar hakkında ayrıntılı bilgi verilmemiş.

http://www.time.com/time/specials/2007/a...74,00.html
Herkese iyi bir bayram tatili diliyorum.
Ara
Cevapla
#23
hüseyin bey,

verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederim.

bilgi her ne kadar acı verici olsada,vereceğiniz bilgileri iştahla bekleyeceğim. saygılarımla.
Ara
Cevapla
#24
TSF FORUMDA 6 KASIM 2008 DE YAYINLANAN YAZI:


Howard Staunton (1810-1874)
İngiliz Satranç Ustası,1843-1851 yılları arası Avrupa Satranç Şampiyonu

Staunton,turnuvalarda değişik şekilleri olan satranç takımı karmaşasına son vermek ve satrancı daha geniş kitlelere sevdirip yayabilmek için; çizip,resimleyip tasarladığı satranç taşlarıyla tektip standart bir model yaratma düşüncesindeydi.Bu düşüncesini 1843 yılında Paris’te, Fransa Şampiyonu Saint Amant’la karşılaştığı maçta, kendi tasarladığı satranç takımıyla oynayarak uygular.
Bu takıma olan ilgi ve talep artınca Staunton, 1849 yılında bu takımın patentini alır ve kendi ismini vererek üretime geçer.1851 de ilk uluslararası Londra Fuar Turnuvası ve1886 da W. Steinitz - H. J. Zukertort’un karşılaştığı ilk resmi Dünya Şampiyonası maçı, staunton takımıyla oynanır.

FIDE 1924 yılında kurulduğunda,staunton takımını standart bir model ve evrensel olarak kabul etmiş, turnuva ve maçlarda staunton takımlarıyla oynanması şartını koymuştur.
Staunton figürlerin özelliği, diğer satranç figürlerinden daha sade ve gösterişsiz olmasıydı.Batının sosyal ve kültürel değerlerine göre tasarlanmış olup, şahın başlığında haç sembolü, filin başlığında piskoposu temsilen bir kesme bulunmaktadır.

Ülkemizde staunton modeli takımlar üretilmektedir. Düşün Satranç Merkezi (DSM); ürettiği staunton modeli takımlarında, toplumun sosyal ve kültürel değerlerini düşünerek,şahın başlığındaki haç sembolünü ve filin başlığındaki kesmeyi kaldırmıştır.

FIDE; her ülkenin kendi kültürel yapısına uygun olarak,satranç taşları ve notasyondaki sembolleri,o ülkenin ilgili kurumuna bırakmış,bu konuda esneklik göstermiştir.

Sorun şudur: TSF başında ''T'' olan sosyal bir kurumdur. Ve bir kurum olarak ne yazık ki TSF yönetimi; dinsel sembolleri haç olan staunton modeli takımları, toplumun sosyal ve kültürel değerlerine ters düşerek turnuvalarda kullanılmasını şart koşmuştur.

Her din, kendini evrensel kabul ederek ortaya çıkmıştır.

Bizler ayrılıklarımızla değil, ortak noktalarımızla hareket etmeliyiz. İnsan, toplum, ulus ve hatta evrensel olmanın da gereği budur.

TSF bu yanlışından dönmeli, toplumun sosyo-kültürel değerlerine ters düşmemelidir.
Turnuvalarda ve eğitim kurumlarında, dinsel sembolü olmayan staunton modeli satranç takımları kullanmalıdır.

Bilgilerinize Sunarız.
Cevapla
#25
TSF-EK-PRS/02
TÜRKİYE SATRANÇ FEDERASYONU EĞİTİM ARAÇLARI UYGULAMA PROSEDÜRÜ

YÖNETİM KURULU
KARAR TARİHİ: 09.04.2006
KARAR NO : 26/3

AMAÇ :
Türkiye Satranç Federasyonu Ana Statüsü doğrultusunda, Milli Eğitim Bakanlığı dışındaki kurum ve kuruluşlar, dernekler, yayınevleri ve benzeri oluşumlar tarafından Satranç eğitimine yönelik hazırlanan her türlü basılı yayınların esaslarını belirlemektir.

KAPSAM VE UYGULAMA ALANI:
Bu prosedür, Türkiye Satranç Federasyonu Ana Statüsü doğrultusunda ve ilgili ana statünün amir hükümlerine dayanılarak hazırlanmıştır. Prosedür hükümleri Milli Eğitim Bakanlığı tarafından üretilen veya önerilen eğitim araçlarını kapsamaz.
SORUMLULAR:
Türkiye Satranç Federasyonu, Eğitim Kurulu
TANIMLAR
Bu prosedürde geçen;
“ Federasyon’’ Türkiye Satranç Federasyonunu,
“ Yönetim Kurulu” Federasyon Yönetim Kurulunu,
“ Eğitim Aracı” Satranç eğitimini destekleyen ve öğretimde yararlanılan basılı eserler ile film, slayt, video kaseti, resim, fotoğraf, tablo, ses kaseti, disket, CD, ve benzeri araçları,
“ Yayımcı” Eğitim araçlarını; basmak, üretmek, hazırlamak ve dağıtmak üzere, dernek, kulüp, yayınevi ve benzeri oluşumları,

anlatır.

PROSEDÜR İÇERİĞİ:

1. Yayımcılar, satranç eğitimine yönelik olarak, sunacakları Eğitim Araçları için Federasyondan izin alır.
2. Bu konuda hazırlanacak eserlerde, seslendiği yaş grubu ve düzey için algılama ve öğrenme bütünlüğü bakımından, psikolojik ve pedagojik yaklaşım raporu aranır.
3. Her türlü Eğitim Aracında, Yönetim Kurulunun kabul ve onayına ilişkin uygunluk ibaresi yer alır.
4. Yayımcılar, takma ad kullanamazlar. Gerçek ad ve soyadlarının yanında sadece akademik unvanlar ile FIDE sporcu ve hakem unvanları kullanılabilir.
5. Federasyondan uygunluğu istenilen Eğitim Araçları için aranılan en az koşullar şunlardır:
Eğitim Araçlarının;
a. Anayasaya, yasalara ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ortaya konulan, Millî Eğitimin Temel Amaçlarına ters düşmemesi esastır,
b. Atatürk İnkılâp ve İlkelerine ve Anayasada anlamını bulan Atatürk Milliyetçiliğine bağlı; Türk Ulusunun, ulusal, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, ulusunu seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek hükmüne ve ilkelerine uygun olması,
c. Türkçe' nin özelliklerinin bozulmadan ve doğru olarak kullanılmış olması,
d. Bilimsel hata bulunmaması, bilimsel ilke ve değerlere uygun olarak hazırlanmış olması,
e. Estetik, edebî, kültürel ve sosyal değerlere uygun olması,
f. Hedeflenen eğitimi alacak kitlenin bilgi ve yaş düzeyine uygun olması,
g. Görsel unsurlarının toplumun ortak değerleriyle bağdaşması,
h. Temel insan haklarına aykırılık taşımaması; cinsiyet, ırk, din, dil, renk, siyasî düşünce, felsefî inanç, mezhep ve benzeri ayrımcılık içermemesi,
i. Kişi ve kuruluşları yıpratıcı nitelikte olmaması,
j. Basılı araçlarda, seslendiği her düzey ve yaş grubu için, B5, A5 ve A4 formları arasında olması, 12 yaş grubu için 14 punto büyüklüğünden küçük olmaması,
Cevapla
#26
HAÇLI SATRANÇ TAKIMLARI ÜZERİNE DİĞER FORUMLARDA YAPILAN TARTIŞMALARA İLİŞKİN

Satranç Okulu sitesindeki haçlı satranç takımı tartışmasını anımsıyorum. Şu altında yazıştığımız konubaşlığının beşinci iletisindeki bağlantıdan, tamamından bir eksik biçimiyle rahatlıkla okunabilir (http://www.satrancokulu.com/satrancforum...opic=965.0). Neden "tamamından bir eksik" dediğimi birazdan açıklayacağım.

O günlerde Şevki Bey'in dikkatlerimizi çekerek başlattığı konu, epeyce okunuyor, okuduğunuzda göreceğiniz ölçüde tartışılıyordu. Derken, Vezirçıkacakpiyon'un yazısı yayınlandı. 6 Nisan’da yazılmış olduğu görülen bu yazıdan sonra, hiç olmayan olmuş, site saldırıya uğramış. Birileri foruma girip eğlence için 700-800 tane iletiyi silivermiş. Daha doğrusu, site sahiplerinin açıklaması böyle. Saldırı yüzünden siteyi, en son yedekledikleri tarihe döndürmek zorunda kalmışlar. Ne büyük tesadüftür ki sitenin son yedeklenme tarihi, Şevki Bey'in konuyu başlattığı tarihle aynı. Ancak, Şevki Bey'in yazısı o yedekler içine girmeyi, yazısını saat 17:49 'da gönderilmiş olduğu için, kılpayı kaçırmış. Ne büyük şanssızlık! Neyse ki başkaları bu saldırı ve şanssızlığı önceden sezip kendince yedek almış da, konu siteye yeniden taşınabilmiş. Sonuçta olan, 800 dolayındaki iletiye oldu. Hani en başta, "sözkonusu sitedeki konuyu tamamından bir eksik okuyabilirsiniz" demiştim ya. İşte, silindiği için eksik olan o ileti, "bu konuyu siz sildiniz" idi. Demek ki Selim Gürcan’ın "Yapılan saldırı tamamen eğlence amaçlı. Rastgele yazılar silinmiş, kilitlenmiş vs. Bu yazıya dokunulmamıştı bile ama 700-800 tane mesaj silinince 30 Mart yedeğine dönmek zorunda kaldık" biçimindeki açıklaması, ikna edici olmadığını yalnızca bana bağırmıyormuş. Yoksa, “Bu yazıya dokunulmamıştı bile” demiş olduğuna göre, Selim Bey’in bu konuyu hatim edercesine okuyup, her bir iletiye ezberlemişçesine ilgi gösterdiğini düşünmemiz gerekir. 726 gibi kesin bir sayı verse anlayacağım da, 700-800 gibi yaklaşıklı bir bilgiye nasıl ulaştığını hiç anlayamadım, onu da ayrıca belirteyim.

Günler geçti, bu konuyu TSF'nin sitesinde de gördük. TSF forumunun da bu konu yüzünden kapatıldığını öne süremem. Fakat orada, federasyon başkanlığı, seçimin de etkisiyle o kadar çok açık veren bir boksör durumuna geldi ki, en sonunda devrilmemek için evindeki oyunu bitiriverdi.

Bu, bu konunun tartışıldığı, benim bildiğim üçüncü sitedir. Elbette federasyon başkanlığının bu konudan haberi var ama vermiş oldukları daha bir tek yanıt yok. Ha, "diyebilecekleri ne olabilir ki" diye soracak olursanız, bir bakıma haklısınız. Ancak, "ülkeme ve satranca hizmet ediyorum" diyen kişilerin, herhalde böyle bir konuda yaptıkları işi savunacak birkaç sözleri olmalıdır.

İnsan sormadan edemiyor: “Bu kadar basit bir konu yönetimi neden rahatsız eder ve neden yanıt veremez?”
Ara
Cevapla
#27
TÜRKİYE’DE SATRANÇ TAKIMLARININ HAÇLI OLMASI ÜZERİNE

Burada da bilinmesini isterim ki, çevremde haçlı takımlarının varlığına ve varlık nedenine dikkat çekmek gerektiğine inanmış olan kişiler ve ben, bu uğurda başkalarıyla da konuşarak çevremizi genişletip bilinçli kişi sayısını arttırmaktayız. Haçlı takım konusunu açtığımız hemen her kişi, önce, konuya kimsenin sahip çıkmayacağını düşünmesinden ve haçlı takımın değişeceğine ilişkin umutsuzluğundan doğan bir çekingenlikle yaklaşıyor. Kuşkusuz siz de anlarsınız ki, o umutsuzluk, gerçekte haçlı takımının ya da başka bir özel konunun değişip değişememesi üzerine değil, "Federasyon’a iş yaptırılamayacak olduğunu düşünmekten" kaynaklanan bir umutsuzluktur. Yalnızca bu bile, Satranç Federasyonu'nun satrançseverin federasyonu olmadığının, satranççıya uzak olduğunun kanıdıdır.

Buradan Federasyon’u şimdilik bir yana bırakıp, bilinçlendirmeye çalıştığımız kişilere dönelim. Bu kişilerin hepsi de, bu ilk çekingenlik aşamasının hemen ardından, haçın kaldırılması konusundaki uzak duruşlarına son verip konuyu sahiplenivermektedir. Peki, çekingenliğin ister istemez neden olduğu o en baştaki uzak duruşlar ne biçimde beliriyor, ona bakalım:

1) Ne farkeder canım; satranç takımının haçlı olup olmaması çok mu önemli?

Siyasetin temeli; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihine dayanır. Aslında bunlar, uygarlık bilgisinin de gereklerindendir. Dolayısıyla iyi bir eğitim, kişilere bunları kazandırabilmelidir. Gelgörki Türk halkına siyasetin, geçimsizlik ve sonu haksız yere kan dökmeye varan acımasız bir alan olduğunu kanıksatmak için çok uğraşlar verildi. Bu çabaların sonucunda da belli ölçüde başarılı olundu. Eğitiminde; insan bilgisi, insan ilişkileri, kişi ve toplumların tarihi bilgilerinden özellikle uzak tutulan Türk halkı, siyasetten uzaklaşmasının doğal sonucu olarak, bu bilgileri öğrenme gereği de duymadı. Başka bir deyişle, siyasetten uzaklaştıkça, bu bilgilerden de uzaklaştı. İşte, haçlı satranç takımı konusunda konuştuğumuz kişilerin bu ortak soruyu sorması da, siyasetten, yani Türkiye’deki ve dünyadaki yaşananlardan bilgisiz ve uzak kalmasından kaynaklanmaktadır. Bu sorunun temelinde bu sıkıntı yatıyorsa, verilecek yanıtın da siyaset alanını, hiç olmazsa hafif bir yel gibi şöyle bir yalaması gerekir.

Her toplumda genel yapıya aykırı kişiler görülür. Bizdeki böyle ayrıksı kişileri bir yana koyarsak, biz Türkler, toplum olarak, başkalarının değerlerine en büyük saygıyı gösteren bir ulusuzdur. Bu, tarih boyunca olduğu gibi bugün de böyledir. En büyük düşmanlıkları yaşamış olduğumuz ülkeler bile, aksi yönde bir çıkarları olmadığı her zaman, hakkımızı teslim etmiş, bizim bu erdemimizden büyük övgülerle sözetmiştir. Biz Türkler bu kültürü, bu ekini, kuşaklar boyunca övünçle sahiplenip binyıllardır kuşaktan kuşağa aktaragelmişizdir. Gelgelelim, aktarımımız ve eğitimimiz sırasında vurgulanması gereken çok önemli bir konuya, ne yazık ki kuşaklardır yeterince değinmeden geçiyoruz. O da, başkalarının değerlerine saygı gösterirken, kendi değerlerinin ezilmesinin, dahası, yitirilmesinin önüne geçmek zorunluluğudur. Ulusumuz, bu ince konuyu gözardı etmenin çok büyük acılarını tarih boyunca çekmiştir. O günlerin etkilerini kuşaklar sonra bugün bile yaşamaktadır. Bazılarınızın “biz Türkler o kadar aptalız ki, tarihten ders almayız” mırıldanışlarını duyar gibi oluyorum. Hayır efendim, böyle boş sözlerle hiç oyalanmayınız. Bizler, tarihten bir türlü ders almıyoruz, çünkü tarihin gerçekleri bize kapatılmış durumdadır. Yurtdışından bambaşka tarihler getirilip yutmamız için önümüze konmuştur ve yutmuşuzdur. Bu nedenle de yaşadığımız ya da yaşandığını gördüğümüz acıları unutup unutup aynı yanlışları yapıp durmamız çok doğaldır. Dünyanın en zeki insanı da olsa, bir kişi, dün yaşadığını bugün anımsamıyorsa, o kişinin ilerlemesi ve gelişmesi beklenemez. Nasıl ki o kişinin ilerleyemeyişini zeka eksikliğine yoranlar, önce kendi bakış açılarını değiştirmek zorundaysa, Türk Ulusu'nun ilerleyemeyişini zekasına yoranların da, doğrusunu anlayabilmek adına, öncelikle kendilerine çekidüzen vermesi zorunludur.

İşte, tarihin gerçekleri göstermektedir ki, bir toplum ne zaman ki ilk başta mantıklı gelen tatlı tatsız sözlere aldanıp kafası karışmış, kendi değerlerini korumakta tereddüt etmişse, ya ulusal kimliğini yitirmiş ya da büyük acılarla gözyaşları ve kanlar dökerek son anda kurtulabilmiştir. Tarih, insanlığa çok açık ve yaşanan olaylarla göstere göstere anlatmıştır ki, sen eğer kendi değerlerine sahip çıkmaz, kendi kültürünü yaşatmaktan geri durursan, başkası kesinlikle gelir, kendi değerlerini tatlı tatlı ya da tatsız tatsız dayatır, o boşluğu kendi kültürüyle doldurur.

Tarihin bu sözleri kulaklarımızda, gözlerimizi satranca çevirdiğimizde görüyoruz ki birileri bizi bir güzel uyutmuş, kendi ülkemizde, Türkiye Cumhuriyeti’nde haçlı satranç takımlarıyla satranç oynamak zorunda bırakılmışız. O kadar ki, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, turnuvalara haçsız satranç takımlarını ya hiç sokmuyor ya da boşta bulunması sonucu turnuva haçsız takımlarla başlamışsa, ikinci turda bu takımları toplatıp haçlı takımların dizdirilmesini emrediyor. Öte yana bakıyoruz ki aynı federasyon yönetimi, ilköğretim okullarına satrancı soktuğunu büyük bir övünçle bağırıyor. Okullara satranç takımları armağan edişini ben de övebilirdim. Ancak, işin içyüzüne biraz baktığımızda görüyoruz ki, bu hazretlerinin kendi bütçelerinden armağan ettikleri takımların hepsi haçlı takımlar. Dahası, satrançseverlere alışveriş yapması için birini sitesinde olmak üzere iki kurumu adını vererek öneriyor: “Takımlarınızı U’dan veya G’den alınız”. Buna neden olarak da yalnızca bu iki kurumun ‘’standartlara uygun’’ satranç takımı ürettiğini söylüyor. Aranan standarda göre takımlar değerlendirilirken, taşların ve tabanın niteliğine bakıldığını beklerseniz, yanılırsınız. Eğer öyle olsaydı, Federasyon’un ‘’standartdışı’’ diye sınıflandırdığı D kurumunun ürettiği takımların niteliğini, Türkiye’deki diğer kurumlarla değil, dünya kurumlarıyla karşılaştırmak çok daha yerinde olacaktır. Federasyon’un ‘’standarttan’’ kastettiği, taşların niteliğiyle değil, yüksekliğiyle ilgilidir. Şahının boyu, başında haç olmadığı için kısa kalıyordu ve D kurumu, bu nedenle “standatlara” giremiyordu. Başka deyişle aradaki fark, diğer takımların şahının tepesindeki o haçtan kaynaklanıyordu. Kısacası, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanlığı, kendi sitesinde, Türk halkına, “şu şu kurumlardan takım alın, çünkü tepesinde haç var” demektedir. Durum buyken ilköğretim okullarına haçlı takımlarının sokulmasını, Türkiye Satranç Federasyonu Başkanı’nın bir başarısı olarak mı göreceğiz, yoksa Türkiye’deki satranca da el atmış yabancıların profesyonel kuklacılarının mı?

Şu, yaşanmış bir olaydır ki çocuk, din sınavında karşılaştığı bir soruyu annesine anlatmaktadır:

- Çevremizdeki dini semboller nelerdir?
- Camiler, kiliseler. Sen ne yanıt verdin oğluşum?
- Ben, haç dedim.

Bir satranç antrenörünün, haçlı takımlar üzerine yorumu ise şöyledir: “Çocuklar Şah’ın üzerindeki işaretin ne olduğunu her sorduğunda yanıt verirken yaralanıyorum.”

Şevki Bey, daha ilk yazısında belirtmiş: “Sıcak bir ortama itildiğimiz ve adına MEDENİYETLER ÇATIŞMASI denilen, din, mezhep ve etnik çatışmaların körüklendiği bu dünya düzeninde bu tür semboller uğruna savaşlar verilirken…”

Herkesin, haçlı satranç takımları konusunun ne denli önemli olduğunu, işin nerelere doğru gittiğini, artık açıkça anladığından hiçbir kuşkum yoktur.

2) Bu simgeler evrenseldir, herkes tarafından evrensel kabul edilmiştir. Dolayısıyla bizim de bu evrenselliğe uymamız gerekir.

Ne güzel, herkes evrensellikten sözediyor! Batılı ülkelerin her şeyiyle girdiği ülkelerin halklarının evrensellikten ne anladığını, burada uzun uzadıya anlatmama gerek yok; ne anlıyorsanız o. Peki, Batılılar evrensellikten ne anlıyor, ona bakalım. Siz, içinden Mevlana’yı çıkarmış kültürünüzün de etkisiyle, yüce duygularla çok hoş tanımlar yapıyorsunuz ama hiç sordunuz mu kendinize “Batılılar, benim hangi değerimi, kültürümün hangi parçasını, kendi halklarına evrensel olarak tanıtmıştır” diye?

Batı müziği evrenseldir. Geri kalanlar Latindir, Uzakdoğudur, Afrikadır, Türktür, Araptır; hepsi yerel müziktir! Batı'nın bilim anlayışı evrenseldir; diğerlerinin bilimi ilkel, yerel, sudan bilimdir. Batı düşünce yapısı ve felsefesi evrenseldir. Diğerleri yereldir; düşünceleri ancak kendilerini bağlar. Batı tarihi evrenseldir, diğerleri kendi çaplarında ve yereldir. Çağlar onlara göre değişir. Türkler İstanbul’u aldığı için değil, onlar İstanbul’u yitirdiği için insanlık yeni bir çağa girmiştir. Türkler İstanbul’u Araplardan ya da Çinlilerden almış olsa, insanlık için hiçbirşey değişmeyecekti. Edebiyatta böyle, sanatta böyle, sporda böyle. Bu arada kendi müzikleri üzerinde Türk müziğinin etkisi nedir, hiç sözetmezler. Kendi felsefe, düşünce ve bilim anlayışlarının, spor dallarının, edebiyat da dahil her türlü sanatlarının, dinsel inançlarının üzerindeki derin Türk izlerine ve etkilerine hiç değinmezler. Ben yalnızca, Batı üzerinde en derin etkisi olan Türklerden sözettim. Bugün bile diğer herkes gibi Batılılar da tüm dünyadan belli ölçülerde etkilenirken, kendileri bunu evrenselliğin doğal bir sonucu olarak değerlendirmedikleri gibi, bu etkileyicileri yok sayıp, üzerine bir de hakaret ederler. Eğer birisi, başkalarından birşeyler alırken, o şeyi o kişilerden aldığını diğerlerinden saklayıp kendi saf ürünüymüş gibi tanıtıyorsa, üzerine de hakaret edip, yeri geldiğinde insanlığın en düşük nitelikleriyle aşağılıyorsa, dahası, diğer herkesin değerlerini yok edip yerine, kolayca yönetebilmek ve her şeyin tek sahibi kabul edilmek için kendi değerlerini koymak eylemindeyse, ben o kişiye çok şey derim ama “uygar” demem! Siz isterseniz kendilerine uygar demeyi sürdürebilirsiniz. Ancak, evrensellikten sözederken, bu kişilerin evrensellik kavramından ne anladığını iyi biliniz.

Bu anlayışlarını hem kendi halkları hem de diğer halklar üzerinde öyle güzel işlerler ki, çevrenize bir bakarsınız, kendi inançlarınız ve değerleriniz yine yereldir, ancak, Batının değerleri ve inançları, simgeleriyle birlikte evrensel oluvermiştir. Bizler de kendimizi, satranç takımındaki haçın evrensel olduğunu söylerken buluruz.

3) Satranç takımı üreten onlar. Doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar. Karşı çıkacak bir şey yok.

İsterse dünyada satranç takımı üreten tek kurum olsun, o kurum, başkalarının değerlerine saygılı davranmak zorundadır. Böyle bir zorunluluk duymak, o kişilerin uygarlığındandır. Bir başka deyişle, sen gerçekten uygarsan, tek üretici sensin diye, istediğin densizliği yapabilecek hakka sahip olmadığını bilirsin. Kaldı ki Türkiye’de haçsız takım üreten bir kurum varken ve TSF başkanlığı bu kurumun tekerine çomak sokmaya özel olarak uğraşırken, “yabancılar, satranç takımı üretiyor, doğal olarak da kendi simgelerini kullanıyorlar” söyleminin, uygarlık konusuna hiç girmesek bile ne kadar yersiz olduğu açıktır.

4) Siz ne koymayı önerirsiniz? Haç yerine hilâl mi koyalım?

Bizler, hiçbir ulusun satranç takımlarına karışıp da “ulusal turnuvalarında şu simgeleri kullan, şunları kullanma” deme hakkına sahip değiliz. Ancak, iş uluslararası boyuta çıktığında ya da kendi ulusal turnuvalarımızda ucu ulusal değerlerimize dokunduğunda, o haksız ve yüzsüz kişilere sınırlarını bildirmek, elbette bizim ulusal, en doğal ve yerine getirilmesi zorunlu görevimizdir. FİDE’nin davranışına daha sonra kısaca değineceğim. Şimdilik, soruya yanıt olsun diye şu kadarını söyleyeyim: Çeşitli dinlere inanmış ve hiç inanmamış kişileri buluşturan uluslararası turnuvalarda, hiçkimse, FİDE bile haçlı takımlarla oynatmak hakkına sahip değildir. Bizim görüşümüz, satranç taşlarından ve satranç yayınlarından dinsel simgelerin kaldırılmasıdır. Türkiye Satranç Federasyonu ise, Türk satrancını temsil etmelidir, başkalarını değil.

TSF’nin forumunda, TSF başkanının haçlı takımı politikasını savunmaya girişmiş bir arkadaşımız, haçlı takımlara olan itirazları görünce, “bunlara bıraksan, Vezir’in başına türban bağlar” demişti. Yanlış anlaşılmasın, bu sözlerini, tartışmanın yapıldığı konu başlığına değil, başka bir başlık altında yazmıştı. Herhalde alacağı yanıtı hissetmiş olacak ki böyle kaçak güreşmeyi yeğlemiş. Kendisinin bu yazıyı okuyacağından kuşkum olmadığı için, yanıtımı buradan vermekte bir sakınca görmüyorum. Birincisi, bizde erkek olan Vezir, Batı’da Kraliçe olarak dişidir. Kendisi, türban takılacak dediğini Vezir değil, Kraliçe olarak algılamasıyla, satranca kendi kültürünün değil de başkalarının kültürünün çerçevesinden baktığını açıkça dışavurmuş. İkincisi, biz “haç kaldırılsın” derken, sen bunu “haç yerine türban geçirilsin” olarak anlıyorsan, o bizim değil, senin kafa yapını gösterir. Demek ki sana göre, bir kişi, ya haççı ya da türbancı olabilir. Gelgörki, biz bu denli dar bir düşünce dünyasına sığmayız; rica ederim...
Ara
Cevapla
#28
SATRANÇ TARİHİ İLE SATRANCIN YERLİ VE YABANCI POLİTİKACILARI ÜZERİNE

Kasparov'a geçmeden önce, satranç tarihimiz konusunda şuna, kısaca değineyim: Arapların "deve" dediği taşa bizim "fil" dememiz, Timur’un çok iyi bir satranççı olduğunu da göz önünde bulundurursak, satrancın Anadolu’ya Arabistan yönünden değil, Türkistan yönünden geldiğini, bence açıkça göstermektedir.

Eski dünya satranç şampiyonu Geri Kasparov (Garry Kasparov), “Benim Ustalarım” adlı kitabının bir bölümünde, Hüseyin Bey’in dikkat çektiği sözleriyle, düşünceleri döndürmüş dolaştırmış, satrancın bir Avrupa icadı olduğuna getirmiş. Kasparov şöyle diyor: Satrancın ilkel bir biçimi vardı ki bu, Hindistan’da ortaya çıkmış. Ancak, bu ilkel oyun, ne zaman ki Avrupa’nın mübarek eline değdi, işte o zaman gerçek anlamda satranç oluverdi. Artık satranç, daha önce öyle değilken, böylelikle bir strateji oyununa, psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyuna dönüverdi.

Kimse Avrupa öncesi satranç hakkında bilgi sahibi olmadığı için, hele hüküm buyuran da Kasparov’sa, dünyayı bu hükme inandırmakta hiç de güçlük çekilmemektedir. Gelgörki Şevki Bey sağolsun, bizler artık Avrupa öncesi satranç hakkında eskisi gibi bilgisiz değiliz. Meğer ki Avrupa, rok kuralını yoktan varetmemiş, önceki bir kuralı roka dönüştürmüş. Erlerin son kareye çıktıktan sonra istediği taşa terfi etmesi de önceki bir kuralın azıcık dönüştürülmesinden ibaretmiş meğer. Örnekleri uzatmaya gerek yok. Sonuçta eski kurallar üzerinde yapılan birkaç dönüştürüm, doğal olarak, bütün satranç açılışlarını ve birçok taktiği değiştirmiştir. Kasparov hazretleri ise bu açılış ve taktik değişimini şöyle yorumlamış: ”Satranç, eskiden psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun değilken, artık o biçim bir oyuna dönmüştür. Bu nedenle satranç gibi bir satrancın beşiği, Avrupa’dır”. Peki güzel kardeşim, bugün satranç tahtası 110 kareye çıksa, şimdikilerden farklı hareket eden birkaç taş eklense, bugüne kadarki bütün açılışlar tarihe karışacak. Yeni açılışlar, oyunlar doğacak. Ya da hiçbirşeyi değiştirme, yalnızca “filin en çok üç kare gidebileceği” kuralını koy. Yine eski oyunlar tarihe karışacak, yenileri doğacak. Sen bunu yapan ülkeyi, yine yuvarlak sözlerle, “satrancın icatçısı” olarak mı adlandıracaksın? Satranca yeniden, “psikolojik savaşın modelliğini yapan entelektüel bir oyun haline geldi” mi diyeceksin? Usta düzeyindeki savaş, piskolojik alanda yaşanır. Bu gerçek, çok eskilere dayanır. Rakibinin piskolojik zaafı yakalanır ve bunun üzerine gidilir. Kasparov da psikolojik savaşın modelliğini yapan bir oyunun başarılı bir oyuncusu olarak, bunu elbette bilir. Kurnazca ama çok zayıf hamleler bunlar Kasparov!

Yine de Kasparov’u anlayışla karşılamak gerekir, çünkü bu düşünce yapısını kendisi icat etmedi. Sokrates’e bir gün “bir ülkeyi nasıl ele geçirebiliriz” diye sormuşlar. Sokrates de ciddi ciddi şu yanıtı vermiş: “Gençlerini, o toprakların bir zamanlar bizim atalarımıza ait olduğuna inandırarak”. Batı kendisine kılavuz olarak, ne denli insan sevgisi ve ahlakla yoğrulmuş olduğunu bu sözleriyle pek bir belli eden bu düşünürü seçmiştir. Bu öğretmenlerinin gösterdiği yolda ilerlemektedirler. Kasparov’un tüm yaptığı, bu yolda ilerlerken, daha önce başarılı olmuş olan Sokratesçi düşünce yapısını almak ve satranca uyarlamak olmuştur.

Bir de FİDE’nin izlediği haçlı satranç takımı politikasına kısaca gözatalım. FİDE doğal olarak, kimseye “haçlı takımlarla oynayacaksın” demiyor. Dahası, sitesine girilir de bakılırsa görülür ki “bir turnuvada iki oyuncudan herhangi biri, önündeki satranç takımından hoşnut kalmazsa, yerine başka bir takım konur” demektedir. Ancak, bu adamlar piskolojiden çok iyi anlar. Oyuncuların önüne haçlı takımları sürerler, birçok kişi haçlı takımlarıyla oynadığının ayırdına varmaz bile, gözü alışmıştır çünkü. Haçlı takımlarından rahatsızlık duyanların çoğu da, turnuvadaki onca kişi arasında huzursuzluk çıkaracak tek kişi olmaktan kaçındığı için sesini çıkarmaz. Sonra da yetkililer çıkar, ”kimse rahatsız olmuyor, biz de haçlı takımları sürüyoruz” der. Buyur bakalım, hayırlı uğurlu olsun!..

Yeniden TSF başkanlığına dönecek olursak, kendilerine bir uyarım olacak. Bir şeyi oluşturanla yok eden bir olmaz. Bardağı kırmak için herhangi birinin yere bırakması yeterken, bardağı yapmak, sanat, beceri ve emek ister. Siz, bardak yapması gereken kişilere ayrılmış koltuklarda oturuyorsunuz. Gelgelelim, bizler sizin bardak yapacak nitelikte olmadığınızı, dahası, bardak kırmaktan pek bir hoşlanan kişiler olduğunuzu anladık. Uyarım şudur ki kırmaya kalktığınız kimi bardaklar, büyük bardaklardır. Bu bardakları kırabilmek beceri ve gizlilik ister. Siz kendinizi o denli becerikli sanıyorsunuz, ama değilsiniz. Zaman, bunu size göstermekte hiç zorluk çekmeyecektir. O tutunduğunuz haçı da bırakmanızı öneririm. Yoksa o haç birgün devrilirse, Allah korusun, sizi de götürür.

Satrançseverlere de diyeceğim var. Haçlı takımlar olsun başka konular olsun, rahatsız olduğunuz bir durum varsa, tepkinizi ortaya koyunuz. Federasyon başkanlığının ses çıkarmaması, sizi duymadığı anlamına gelmez. Biliniz ki kendileri, nabzınızı takip etmek zorunluluğu hissetmektedir. Hiç kuşkunuz olmasın yazdıklarınız okunmaktadır; öyleyse yazınız.

Tarihten ve Batı’dan bu kadar sözettikten sonra, bir şeye daha değinmeden geçemeyeceğim. Volter (Voltaire), Türkleri, bunca büyük egemenlikler kurmuş olmasına karşın, dünya uygarlığına önemli bir katkısı olmadığı için küçümsediğini söyler. Arapları ise neredeyse göklere taşır. Bunun nedenini şöyle açıklar: “Hindistan’dan aldıkları bugünkü rakamları Avrupa’ya getiren Araplardır. Yıldızların seyrini de biz onlardan öğrendik. Bugün bizde çok ilerlemiş olan kimya, Arapların malıdır. Hekimlik de onlarda epey gelişmiştir. Onlara Hipokrat ve Galien mektebinin ilaçlarından daha tatlı, daha şifalı birçok devalar borçluyuz. Cebir de onların icatlarından biridir”. İşin gerçeğiyse şudur: Türkler İslâmiyet’e girerken, gelişmiş gökbilimi ve hekimlikleriyle birlikte geçmiştir. Gezegenlerin ve otların adları sonradan Arapçalaştırılmıştır. Avrupa’da yüzyıllarca okutulan, heykelini diktikleri İbni Sina, Volter’in sandığı gibi Arap değil, Türktür. Aynı biçimde, cebiri bulan Harizmi ile kimyayı kuran Cabir Bin Hayyan da Türktür. Arapların Hindistan’dan getirdiği bugünkü rakamları Hindistan'a götüren, yine Türklerdir. Ancak Volter’in Türkleri aşağılayıp, Arapları yüceltmesi, kasıtlı değil, yanlış bilgidendir. Yoksa kendisi, yeri geldiğinde Türklerin hakkını içtenlikle teslim etmiş biridir.

Hem kendimizin kim olduğunu bilmek hem de başkalarının bizi doğru tanıması adına, tarihimize, kimliğimize ve değerlerimize sahip çıkmamız zorunludur. Saygılarımla.

İskender Altındiş
Ara
Cevapla
#29
Timur'un iyi bir satranççı olduğuna dair tarihsel referansınız var mı acaba?
Ara
Cevapla
#30
Benim gördüğüm ,yılardır turnuvalarda oynadığım takımlarda şahın tepesinde haç değil koni biçiminde küçük bir çıkıntı var.Yoksa takımlar değişti de biz mi görmedik? Peki değişmiş olsa ne olur?Haç'tan öcü gibi korkmaya lüzum yok.Şah'ın tepesinde ister koni olsun ister haç ister hilal ben masaya oturduğumda sadece yapacağım hamleleri düşünürüm.Elo>1900 olan satranççıların da benim gibi olduğunu tahmin ediyorum.
Ara
Cevapla
#31
Mehmet Bey, " yoğurt; aktır karadır, aktır karadır" diye tartışma olmaz. Onun adı, atışmadır. Tartışmada, karşıt görüş sahipleri görüşlerini, nedenlerini ortaya dökerek tartışır. Ben, tartışırım, atışmam! Sanki elo puanı, satranç başarısı dışında başka şeylerin de bir ölçütüymüş gibi (öyle olmadığı konusunda yukarıdaki yazıda bakınız: Kasparov), "şu kadar elonun üzerindeki herkes benim gibi ve mantıklı düşünür, diğerleri böyle düşünmese de olur" gibi bir yorumda bulunma yolunu seçmeniz, benim için olduğundan daha çok, sizin için düşündürücü olmalıdır. Öte yandan, ben görüşümü açıklayıcı bu kadar şey yazdıktan sonra, siz haçlı takımdan rahatsızlık duyulmaması gerektiğini, hele hiçbir neden sunmadan hâlâ söylüyorsanız, benim bu konuda size, "zahmet etmiş, yazımı okumuşsunuz; teşekkür ederim" demekten başka diyeceğim hiçbirşey olamaz. Siz, 1900'ün üzerinde kimsenin haçlı takımlardan rahatsızlık duyacağını "sanmıyorum", demişsiniz. Bense 1900'ün üzerinde de, altında da rahatsızlık duyan ve duyacak olan birçok kişinin olduğunu "biliyorum". Bu kadar şeyi ben, onlar için yazdım, Nuh deyip peygamber demeyecek kişiler için değil.

Övünülecek bir beceriymiş gibi, "Şah'ın tepesinde ister koni olsun ister haç ister hilal ben masaya oturduğumda sadece yapacağım hamleleri düşünürüm" demişsiniz. Bu sözlerinizi, bir anlık dalgınlığınıza yormayı yeğlerim. Çünkü Türkiye Cumhuriyet'i sizi böyle düşünmeyen bir adam olarak gördüğü içindir ki bugünkü seçimde sizi sandığa çağırıyor. Ayrıca, "yıllardır turnuvalarda oynadığım takımlarda Şah'ın tepesinde haç değil koni biçiminde küçük bir çıkıntı var.Yoksa takımlar değişti de biz mi görmedik" demişsiniz. Böyle dediğinize göre, eğer ki karşılıklı içtenliğimizden kuşku duymayacaksak, bu durumun tek bir mantıklı açıklaması olabilir: Sizinle ikimiz, başka başka dünyalarda yaşıyoruz.

Tartışmak isteyen kişiler varsa, buyursunlar, tartışalım. Ancak, atışmak isteyenler, bundan sonra boş yere benden yanıt beklemesin. Bunu bir kez daha açık açık belirtirim.

Bir konuyu daha, şimdiden açıklığa kavuşturalım. Yukarıdaki yazıda, haçlı satranç takımı konusunda siyasete ve tarihe, değinilmesini gerekli gördüğüm ölçüde değindim. Ayrıntılara girmeyi gerekli görmedim. Satrançdışı siyaset ve satrançdışı tarihin ayrıntılarını burada tartışıp da konunun bambaşka yerlere dallanmasını doğru bulmam. Bu nedenle, o konularda tartışmak ya da bilgi alışverişinde bulunmak isteyen kişiler, bu isteklerini bana özel iletiyle bildirirse, konuyla ilgili istedikleri sitede yazışacağımızı kendilerine şimdiden belirtirim.

Yazımda, Şevki Bey'in bir önceki sayfadaki yazısının okunduğuna güvenerek, "Timur’un çok iyi bir satranççı olduğunu da göz önünde bulundurursak..." demiştim. Bu konuda kaynak isteğinin Şevki Bey'e değil de bana gelmesini yadırgadım doğrusu. Bir konuyu tartışırken, konubaşlığı altındaki diğer yazıların da okunduğunu düşünmek, en azından gereksiz yere yinelenen tartışmaların önüne geçmek adına, herhalde hakkımızdır. Satranç tarihimizle ilgili olduğu için, Timur'un satraççılığına ilişkin kaynağı, Şevki Bey'den rica ettim. Herhalde yakında bizlerle paylaşacaktır.

Bundan böyle benden kaynak isteyecek kişilerin, bu isteklerini bana özel iletiyle belirtmesini rica ederim. Gereksiz kalabalığı ve dağınıklığı önlemek adına, yalnızca bu kişilere yardımcı olmak düşüncesindeyim.
Ara
Cevapla
#32
Ünlü Türk hükümdarı Timur’un (1336 – 1405), usta bir satranç oyuncusu olduğu, tarihçi Ahmet İbn-i Arap Şah ve kimi diğer tarihçiler tarafından kayda geçirilmiştir. Kaynak olarak, Timur’u detaylıca araştırmış birkaç yazarın kitabından alıntı yaptım:

Timur’u detaylıca araştıran yazar Justin Marozzi, kitabında şöyle der: “Hüküm sürdüğü 35 yıllık sürede ordusuyla katılmış olduğu savaşlarda yenilgi yüzü görmemiş olan hükümdar Timur (Demir), ordularını zaferden zafere koşturmakta ne kadar ustaysa, satranç tahtasındaki taşları oynatmakta da o kadar ustaydı; soğukkanlı hesaplamaları, cüreti ve oyun hakimiyeti, o devrin en büyük satranç ustalarını yenmesini sağlamıştı. Tarihçi Arap Şah, Timur’un satranç oyununda da rakibi bulunmadığını yazmıştır. Arap Şah, Timur’u şöyle tanıtmaktadır: ‘Zekasını bilemek için düzenli olarak satranç oynardı; bunun tahtası 11x10 kareden oluşur, iki deve, iki zürafa, iki bekçi, iki top, bir vezir ve birkaç fazla taş daha ilave edilirdi. En zor oyunlardan biri olan bu oyun, Timurlenk satrancı olarak bilinirdi’.

(Timur) Olayları çok iyi tartar, bir bakışta meselenin özünü kavrardı; en ufak bir işareti, belirtiyi kaçırmamaya idmanlıydı; ne safsataya aldanır, ne dalkavukluğa geçit verirdi. Yalanla gerçeği, şaşmaz biçimde birbirinden ayırt ederdi ve samimi bir öğüdü, sahte bir iltifattan ayıracak kadar zekiydi. Av için yetiştirilmiş bir atmaca gibiydi, bu yönleriyle bir yıldız gibi ışıl ışıl parlıyordu.” (1)


Yazar ve tarihçi Harold Lamb ise, “Emir Timur” adlı kitabında, Timur’un satranççı yönünü şöyle tasvir ediyor: “Dışarıdan bakınca sakin görünen ve O’nun bu dış sükunu bir insanın kendi kaderinin seyircisi olduğu gibi düşünülebilirdi. Fakat Timur, kadere teslimiyet gösterenlerden değildi. Gönlünde bir alem kaynıyordu, içi cevabını bulamadığı birçok soruyla kaynıyordu. Geceleri saatlerce satranç tahtasının önünde, küçük süvarilerini, fildişinden kalelerini ve fillerini haneden haneye aktarıyor; hem de çoğu zaman bu satrancı yalnız başına, kendi kendine oynuyordu. Biriyle oynadığı zaman daima karşısındakini mat ediyordu. Ama, hakkıyla mat, öyle subayların kendisine nezaket ve hoşa gitmek için yenilmeleri şeklinde mat değil… Satrançtaki bilgisini kuvvetlendirmek için kendine, normalin iki misli haneli ve iki misli takımla oynanan yeni bir satranç tahtası yaptırdı. Bu çok daha karışık olan yeni satranç tahtasının üzerinde yeni tertipler, oyunlar ve kombinezonlar bulmaya çalışıyordu. Beş yaşında olan Cihangir de babasının yanında halıya oturmuş, kara gözleriyle, babasını bu kadar uğraştıran ve O’nun bütün dikkatini kendi üzerine çeken bu garip ve parlak oyuncağın mütemadiyen değişen hareketlerini, fillerin, atların, şahların, kalelerin durmadan yer değiştirişlerini seyrediyordu.” (2)

“Rivayet edilir ki; Timur satranç oynarken, şah-kale manevrası yaptığı bir sırada, oğlunun doğduğu haberini alınca, oğluna ve yeni yaptırttığı bir kente “Şahruh” (Farsça, şah-kale anlamındadır) adını vermiştir.” (3)

Timur’un en küçük oğullarından biri olan Mirza Şahruh (yönetimi: 1405 – 1447), Timur hanedanlığının ikinci hükümdarıdır.

Alıntı yapılan kaynaklar:

(1) Timurlenk – Justin Marozzi – Yapı Kredi Yayınları (sayfa 108, 110, 111)
(2) Emir Timur – Harold Lamb – İlgi Yayınları (sayfa 91, 92)
(3) Temel Satranç Kılavuzu – Richard Roberts – Evrim Yayınevi (sayfa 7)
Ara
Cevapla
#33
İskender Bey,
Okuduğum kadarıyla yazınıza kısa cevaplar vereceğim. 1)"Haçlı" sözcüğünü sürekli üstüne basa basa kullanmanızın nedeni sanıyorum tarihteki haçlı seferlerini çağrıştırarak olayın alakası olmayan bir yere vurgu yapmak. '2)Oy kullanmak anayasal bir vatandaşlık hakkıdır ve bunu tartışma konusu yapmak kimsenin üstüne vazife değildir.
3)Elo >1900 kavramını boşuna yazmadım.Satranç yazınına ve psikolojisine ilgi duyanların iyi bildiği birşey vardır.Satrancın kurallarını hiç bilmeyen birisi tahtaya baktığı zaman oyma taşlar , at kafası ,kale figürü vs. görür.Kuralları öğrendiği andan itibaren çapraz giden taş,düz giden taş , L çizen taşlar görür.Biraz tecrübe kazandığında ise zayıf hane , güçlü hane,fil çifti ,kapalı merkez vs. gibi stratejik kavramlar görür.Hatta ustaların bir kısmı oyun esnasında zaman zaman bakışlarını tahta dışına odaklayarak düşünürler.Kısacası tahtaya bakılınca ne düşünüldü
ğü oyun seviyesine ve oyuncunun tecrübesine(bir anlamda elo'ya) göre değişir.
Fikrimi yineliyorum.Şahın üstünde ister haç olmuş ister hilal benim için farketmiyor.Ama daha ayrıntılı fikir belirtecek olursam bugüne dek gördüğüm koni biçimindeki çıkıntısı olan şahlar bu türden tartışmalara yer vermemek için en iyisidir.Satrancın evrensel bir spor olduğunu ve sporcuların çok sayıda farklı ülkede oynadığını da unutmayalım.Son olarak yukarıdaki yazımın nedeni sizinle tartışmaya girmek değil daha öncede katıldığım bu forum konusunda fikirlerimi belirtmeye devam etmektir.
Ara
Cevapla
#34
mehmet Nickli Kullanıcıdan Alıntı:3)Elo >1900 kavramını boşuna yazmadım.Satranç yazınına ve psikolojisine ilgi duyanların iyi bildiği birşey vardır.Satrancın kurallarını hiç bilmeyen birisi tahtaya baktığı zaman oyma taşlar , at kafası ,kale figürü vs. görür.Kuralları öğrendiği andan itibaren çapraz giden taş,düz giden taş , L çizen taşlar görür.Biraz tecrübe kazandığında ise zayıf hane , güçlü hane,fil çifti ,kapalı merkez vs. gibi stratejik kavramlar görür.Hatta ustaların bir kısmı oyun esnasında zaman zaman bakışlarını tahta dışına odaklayarak düşünürler.Kısacası tahtaya bakılınca ne düşünüldü
ğü oyun seviyesine ve oyuncunun tecrübesine(bir anlamda elo'ya) göre değişir.

Biraz daha ileri oyuncular da taşsız ve tahtasız oynarlar Mehmet bey! Onlardan daha ilerileri insanlarla oynarlar! Daha ilerileri örgütlerle! Daha ilerileri ordularla! Daha ilerileri ülkelerle!

Sonra ülkelerle oynandıkça, oynanan ülkenin insanları için hiçbir şey farketmemeye başlar. Gün gelir sizi siz mi yönetiyorsunuz yoksa Amerika mı yönetiyor, bu da farketmemeye başlar. Farkettiğiniz zaman da "bana ne ya ikisi de yönetiyor işte, ha Amerike ha beriki ha öteki" demeye başlarsınız.

Ve bir gün bakarsınız ki, sokaklarınızda çocuklarınızın topaç çevireceği yerde oluk oluk kan akıyor; Filistin gibi...
Cevapla
#35
Yazdığım şeylerin kolaylıkla yanlış anlaşılabileceğini görüyorum.Ben "apolitik olalım , sadece satranç konuşalım" demiyorum.Ancak ortaya bir sav atarken düşünsel dayanaklarımız ve tarihsel referanslarımız sağlam olmalı.Bu forumda kimisi iyi niyetli de olsa ortaya atılan bazı düşüncelerin konu üzerinde yeterli araştırma yapılmadan ifade edildiğini düşünüyorum.Aklıma birden Uğur Mumcu'nun o ünlü eleştirisi geliyor "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak".Bunu yazarken de sizden daha bilgili olduğumu iddia etmiyorum.Ancak foruma birşey yazacaksam öncesinde mutlaka araştırırım.İkinci bir konu , Filistin konusunda insani duyarlılığınız olması güzel.Ancak Filistin direnişini işgale karşı dinsel bir direniş olarak görmüyorum.Direnişçiler içinde müslümanı da hristiyanı da ateisti de vardır.Yani şahın üstündeki haça itiraz etmekle gerek Filistin'deki gerek tüm Dünyadaki emperyalist saldırganlığa karşı durmuş oluyor muyuz sizce?Ben öyle düşünmüyorum.Saygılar..
Ara
Cevapla
#36
''Haç kafalı Şah'la oynamak''

Bu önemli başlığın geçmişi de var.

Forumun sağladığı teknik olanaklar geçmişte de yapılmış olan bu tartışmayı ancak altına bir şeyler yazarak gündeme eklemeye olanak veriyor.

Uzun yıllardır Türkiye satranç ortamın da, yönetici, imalatçı ve sporcu olarak bulundum. Kendimce değişik sebepler ile yapılan yazılı tartışmalarına müdahil olmadığım bu önem verdiğim konunun bilimsel bir yaklaşım ile tarihi verilerin ışığında, sosyolojik, sportif ve ahlaki ( ''dürüstçe-sulandırmadan' , hoş kavramı ile güzel kavramının farkını bilerek ) etmenlerin yön göstericiliğinde gelişmesini umut ettiğim güncel tartışmasına katılmak isterim.

Bu sebep ile öncelikle aynı şeylerin tekrar, tekrar konuşulmasını ve verisi dayanağı olmayan teoriler-iddialar ortaya atılmasını engellemek için eski yazışmalara kısaca bir göz gezdirilmesini dilerim.

Kapatmış olmamıza rağmen ilanen duyurmadığımız için adı değişik sebepler ile anılan, aynı zaman da geçmişte tanınan bir marka olan ''DSM'' Düşün Satranç Merkezi'nin ülkemiz-İzmir satranç ortamına vermiş olduğu zararları; ve adı geçen firmamızın bu konuya olan yaklaşımı bazı kişiler tarafından detayları ile birlikte biliniyor olmasına rağmen, yazdıkları yazılarda netlik ile dile getirilmiyor olması dolayısı ile yapacağım açıklamayı özenle hazırlayıp sunabilmeyi önemsiyorum.

Saygılarımla.

Atilla Alpaslan-İzmir
Sürekli öğrenmek iyidir.Öğrendiklerini doğru kullanabilmek daha iyi.(Eski lahit yazıtlarından alıntı.)
Ara
Cevapla




Konuyu Okuyanlar: 1 Ziyaretçi