25-12-2010, 17:24
Ne konuşuldu, şöyle bir bakıyorum da... Bir televizyon programında, bir sunucu, Türkiye’de yaşanmış karamizah örneği bir olay anlatmış. Ardından Türk halkını küçümsemeli bir gülüş eşliğinde, alaycı hikayeler yazmış olan “Aziz Nesin’i ve öykülerini buradan saygıyla anıyoruz” demiş. Ben bunu duyunca bir kat sinirlenmiştim. İzleyiciler bu sözü alkışlayınca da ikinci kat sinirlenmiştim. Dayanamayıp yazmıştım ki: “Bu tür karamizah örnekleri dünyanın heryerinde yaşanır. Ama kendine saygısı olan ülkelerde halk bunların çoğunu bilmez bile. Halkına hakaret eden kişiler, haklı olarak, saygıyla anılmaz. Yalnızca sömürge ülkelerde halkına hakaret eden kişiler elüstünde tutulur. Ve yalnızca halkı ezilmiş olan bu ülkelerde, o halk, kendisiyle alay edenleri alkışlar. Dünyanın sömürülen bütün ülkelerinde durum budur”. Birileri, benim bu ulusuna değerverir, alay edilmesine katlanamaz tepkimdeki herşeyi gözardı etmiş, Aziz Nesin konusunda rahatsız olarak beni eleştirmeye başlamış. Ben de sonra demişim ki, “ben Aziz Nesin’i, halkına hem büyük bir sevgi taşımış hem de büyük bir sevgisizlik taşımış, bu iki duygu arasında sürekli gidip gelmiş ve her iki duyguya göre de hareket etmiş bir kişi olarak görüyorum”. Eklemişim: “Şu şu nedenle ben Aziz Nesin’i kendi adıma bağışladım. Ama o söz, yalnızca bana değil, tüm Türk halkına söylendiği için hâlâ benim düşmanım”. O zaman söylememiştim, ama şimdi söyleyeceğim: Bu bağışlama, Aziz Nesin’in kişiliğinden çok benim kişiliğimin yüceliğinden kaynaklanır. İşin burası kavranamamış, onu hissettim. “Aziz Nesin ile ilgili düşüncenizde belirgin bir değişiklik gösterdiğinize göre” sözünden bir şey daha hissettim, onu da hâlâ anlaşılmadıysa özellikle düzeltmek gerek: Bendeki değişim, yalnızca Aziz Nesin’e bakışaçısında. Yoksa kalan düşüncelerim, duyarlılığım ve tepkim hâlâ aynı.
Neyse efendim, Aziz Nesin’e bakışaçımız değişti ya, bazıları için konu kapandı, içleri rahatladı demek ki. O sözlerin yanlış olduğunu düşündüklerini belirtmediler, o sözden rahatsızlık duyduklarını söylemediler, hatta ima bile etmediler. Dahası, yazılanlardan bizim hissettiğimiz, tam zıttı. Kendileriyle alay edenlere karşı gösterdiğim tepkiden dolayı bir teşekkür bile etmediler. Ama ben kendilerine benzemem, bu işi burada bırakmam! Böyle bir konuda, ne kadar sevsem de kimsenin gözünün yaşına da bakmam.
“Küçük insanlar, insanlarla; biraz daha büyük insanlar, olaylarla; daha büyük insanlar, düşüncelerle uğraşır” derler. Şunu hepiniz çok iyi anlayınız: İnsanlarla uğraşmaya, yalnızca saldırmak değil, savunmak da dahildir. Bir kişi, eğer şöyle bir konuda, benim Aziz Nesin’e bakışımda bir değişiklik oldu diye tatmin olup konuyu bitiriyorsa ve içinde “Aziz Nesin’in sözünün Türk toplumuna olumsuz etkisi” gibi rahatsızlık verici hiçbirşey duymuyorsa, küçük insandır demektir. Aklını başına almadığı sürece de kimse kendini bu gerçekten kurtaramaz. İstediği kadar konuşsun.
Bu sözün, Türk ulusunu aşağılayanlarca sakız edilmesinin olumsuz etkisi daha anlaşılmadıysa ve belli ki kimse bunu düşünebilecek durumda değilse, ben, daha fazla anlatayım. Hiç dikkatinizi çekmiş midir ve sorarım size: Neden aynı yarışma programının adı İngiltere’de “Tanrıvergili Biritanyalı”, Ukrayna’da “Ukrayna Yeteneğe Sahiptir” iken Türkiye’de “Yetenek Sizsiniz Türkiye”dir? Halkının kendisine saygı duyduğu bu ülkelerde, programa katılmak isteyen şarlatanların küçük bir oranının fazlasının televizyona çıkarıldığını mı sanıyorsunuz? Biraz tebessümlük bir oranı geçerse bu oran, iş, toplumun kendisine saygısının ve güveninin kırılmasına gider. Bu ülkeler o sınıra dikkat ederken, Türkiye’de başvuran her şarlatan neden televizyona çıkarılıyor dersiniz? Bir ülkenin kendi kendini bu şekilde zarara uğratması nedendir, diye sorar insan kendi kendine. Bunun yanıtı, Banu Avar’ın şu sözlerindedir: “Bugün izlediğiniz bütün televizyon kanallarının üçer tane Amerikalı danışmanı vardır. Hangi program, ne zaman, hangi adla yayınlanacak, onlar karar veriyor”. Banu Avar’ı tanımayanlara da kısaca tanıtayım. “Sınırlar Arasında” adlı, gerçekleri açıklıkla günyüzüne vuran belgeseller yaptığı için, rahatsızlık duyan bazı ülkelerin büyükelçilerinin baskılarıyla TRT’den atılmış bir televizyoncudur.
Bundan çıkarılacak ders nedir: Demek ki bir kimse, “birileri aptal dedi diye Türk halkı aptal olmaz, tıpkı kendi kendimize akıllı diyerek akıllı olamayacağımız gibi” diye bilip bilmeden dünyaya ilişkin konuşmadan önce, dünyaya bir bakmalı: Nasıl dönüyor acaba, diye. Bir düşünmeli, neden şu şu ülkedeki aynı programın adı “Tanrıvergili Biritanyalı”, “Ukrayna Yeteneğe Sahiptir” iken Türkiye’de “Yetenek Sizsiniz Türkiye”dir, diye. Daha önce, “bir insana kırk kez aptal dersen, aptal olur” sözünü hiç duymamış olsa bile... Şimdi daha iyi anlıyor musunuz, Aziz Nesin’in o sözünün ve alaycı tarzdaki öykülerinin topluma zararını? İnsan düşünür: “Bizim kamyonarkası yazılarda çoğunlukla zekamızı ortaya koyan yazılar varken, Amerika’dakilerde neden “Büyük Amerika”, “Büyük Amerikalı” yazar diye. Düşünmek için biraz daha malzeme: Bu ülke herzaman kendisine böyle saygısız ve güvensiz miydi acaba? Yanıtını, bir zamanların Türkiye’sinden iki marşı yazarak verelim:
İLERİ MARŞI
Yürü, bu yol şeref zafer yolu
Karşında bekliyor seni tanyeri
Yürü, atıl devir karanlığı
Durma yürü, haydi ileri.
Varsın gel desin sana
Yeşil gölgeli çamlar
Ninni fısıldayan dereler
Şen nameler, gülen bir bahar.
Hayır, sakın yolunda kalma sen.
Dağları yıkan gücünle sars yerleri
Atam diyor, öğün çalış güven
Durma yürü, haydi ileri.
ÖĞRETMEN MARŞI
Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yer yüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Bu marşlardaki havayı hissedebiliyor musunuz? O dönemin halkının nasıl bir havada yaşadığını, birbirini nasıl sahiplendiğini, nasıl bir birlik ve mutluluk içinde yaşadığını hissedebiliyor musunuz? Bir de bugüne bakalım. Bu tür marşların bugün de yazılmasını geçtim. Bu sözleri söyleyebilen kaç kişi var ve bu kişiler ne tür tepkilerle karşılaşıyor? Peki Türkiye o günlerden bugünlere nasıl geldi acaba? Bu süreçteki Aziz Nesin’in o sözü gibi sözlerin rolünü bir tek ben mi görüyorum!
Aziz Nesin’i o sözlerden önce de sevmediğim sanısına kapılmışsınız. Birincisi, ben Aziz Nesin’i, herşeye rağmen, sevmiyor değilim. İkincisi, hiç sevmediğim şeydir, başkalarının davranışlarına göre yargılanmak. Siz kiminle konuştuğunuzun ayırdında mısınız? Aziz Nesin’in o sözleri söylediğini tahmin ettiğim günlerde ben, heralde yalnızca anamı, babamı ve yeni doğmuş kardeşimle birkaç kişiyi daha tanıyor olsam gerek; Aziz Nesin’i nerden bileyim? Aziz Nesin’in öldüğü günlerde de “gitti bir dinsiz” diyen kimi arkadaşlarıma ne yanıt verdiğimi de ben biliyorum; siz bilmeseniz de olur. Benim Aziz Nesin’e önceki bakışaçım da yüzeysel değildi ya, hadi zorladık, yüzeysel dedik diyelim. Beni Aziz Nesin’e öyle bakmakla suçlayan, ama aynı biçimde bana bakan siz, aman rica ederim, siz bana “yüzeysel bakışaçılıymışsın” demeyin! Şunu da söyleyeyim: Aziz Nesin’in o sözünü de ben, Aziz Nesin’in bir savı yada inançlı bir söylemi olarak değil, o an patavatsızca söylediği bir söz olarak görüyorum. Türk toplumunu aşağılamak aşağılığına düşenler, bu sözü alıp kullanıyor; bu bir gerçek. Aziz Nesin sanki insan değilmiş de hata yapamazmış gibi, Aziz Nesin’in her sözünü inançlı bir söylem ve doğru olarak algılayan, kıraldan çok kıralcılar ise, Aziz Nesin’e saldıranlara karşı Aziz Nesin’i savunur da, Türk halkını aşağılamaya yeltenen aşağılık kişilere karşı tek söz etmez. Kendilerini de düzgün düşünceli, iyi niyetli, adaletli sanırlar. Ne adalet be!
Haberi bir televizyonda çıkmış, bugün duydum: Yabancının birine sormuşlar, “şunu Türkler’in değil, Ermeniler’in yaptığını biliyorsun. Niye Türkler’e hakaret ediyorsun da, Ermeniler’e hiçbirşey söylemiyorsun” diye. Yanıtı şu olmuş: “Türkler’e hakaret ettin mi, halk o hakaret edenlere gözyumuyor, hiçbirşey demiyor. Ama ben Ermeniler’e veya İsrailliler’e hakaret edersem, mahkemelerde beni sürüm sürüm süründürürler”. Bizdekine bak: Ne devlet ama! Yurttaşa bak be! Yurtsevgisi konuşuldu mu, kimse mangalda kül bırakmıyor. Ama halkını aşağılamış, hakaret etmiş bir yazara biri birşey dedi mi, cephe alınan o oluyor. Gerçek yurt sevgisi bu gibi durumlarda belli olur kardeşim! Bunu da yalnızca siz değil, bu yazıyı okuyan herkes böyle bilsin!
Hüseyin Bey, “şairler, yazarlar, sanatçılar, düşünürler, bazen ateşin ortasındaki akrep gibi iğnelerini kendilerine batırarak intihar ederler, kendilerini anlaşılmak uğruna feda ederler” demiş. Ben, kendini anlaşılmak üzere feda eden kişilere yalnızca acırım. Kendini anlaşılmak üzere feda etmeyeceksin. Bırak kimse seni anlamasın. Anlaşılmak için değil, yalnızca halkın için feda et kendini. Kaldı ki bu tür sözleri ben, Vahdettin benzeri kişiler için de çok duydum. Neymiş, Atatürk’ü Samsun’a ülkeyi kurtarsın diye göndermiş. Kendini de oklara hedef olarak ortaya koymuş, günahkeçisi olmayı göze almış. Vahdettin’in bu ülkede ne haltlar yediğini bu halk bilse, içlerinden en duygusuzu, adını tükürerek söyler. Öyle soysuz bir kimseyi, bu sözlerle vatankurtaran yaptılar. İnsan tiksiniyor, elinde olmadan. Bu tür “kahramandı”lamaları ben, günlük yaşamda da çok duydum. Benzer bir mantık kurarsa, gelecekte belki Ali Nihat Yazıcı’dan da şöyle duyarız: “Ben bu kadar rüşvet verdim; bir sor bakalım neden... Satrançta rüşvet olayları daha önce de dönüyordu. Ben abartayım da satranç camiası ayaklansın. Beni tepetaklak etsin, ama yeter ki bundan sonra rüşvet olaylarının denetimi çok sıkı olsun. Satranççılar beni kötü bilsin, ama bundan sonra tek bir kuruş rüşvet dönmesin. Benim bir tek kuruş rüşvete bile nasıl katlanamadığımı bir bilseydiniz...” Al sana bir kahraman daha... Zaten bu tür söylemlere ne kadar yatkın olduğunu Mali Genel Kurul’daki konuşmasında belli etti. Anlayacağınız, ben bu tür “aslında o bir kahramandı” söylemlerine epey çekinceli yaklaşırım.
Yazdığım bir söze de gönderme yapıp, bu sözden “(Aziz Nesin böylelikle)Türk halkını kendisine saygılı olmaya kışkırtmıyor mu” diye sormuşsunuz. O sözlerden o anlam çıkmıyor. Kaldı ki saygı denen, insanlara, onları aşağılayarak verilmez. Dünyanın aklıbaşında hiçbir eğitiminde bir sınıf dolusu çocuğa, “sizler aptalsınız” denmez. Hiçbir aklıbaşında eğitimci, bütün bir sınıfa böyle konuşmaz. Ha şunu da söyleyeyim: Elli kişilik bir sınıfın öğretmeni, öğrencilerine sürekli “sizler aptalsınız” derse, o elli kişiden bir kişi gerçekten de hırslanır, derslerine asılır. Dört kişi öğretmenini hiç takmayacağı için ne olumsuz etkilenir, ne de olumlu. Ama geri kalan kırkbeş öğrenci, bu sözden olumsuz etkilenir. Eğitim dediğin, tüm sınıfı, geneli geliştirmek için verilir, elli kişiden bir kişiyi geliştirmek için değil. O öğretmen, “ama bak şu çocuk hırslandı, başarılı oldu” derse, o öğretmene kapıyı, kıçına tekmeyi vurarak gösterirler. Siz de bir eğitimcisiniz Hüseyin Bey. Çocukları böyle mi eğitiyorsunuz? Böyle bir eğitime gönlünüz razı oluyor mu, çocuğunuzu böyle bir sınıfa gönderir misiniz yada böyle bir öğretmenin sınıfındaysa ne yaparsınız? İnanmadığınız ve uygulamayacağınız şeyleri savunmayınız. Kişileri değil, hele hele o kişilerin yanlışlarını hiç değil, doğruları savunmalı. O kişiyi ne kadar çok sevseniz bile. Aşağılayarak veya kızdırarak kendine getirme türünden bir davranışın, asıl niyet o topluluğa kin kusmak değil de gerçekten de kendilerine getirmek olsa bile, bireylere yönelik arada bir geçerliliği olabilse de, bir topluluk sözkonusu olduğunda, aklıbaşında bir eğitim sisteminin ve aklıbaşında bir eğitimcinin tutacağı yol olamaz; böyle bir yol kabul edilemez.
Bir de “ne yazık o ülkeye ki kahramanlara ihtiyacı var” diye bir söz iletmişsiniz. Bu söz, kapıları kapalı, karanlık odasında, tek başına, sıkıntı içinde oturan bir kimsenin, cahilce söylediği bir sözdür. Böyle bir söz, yaşamın devinimliliğini, değişimliliğini yani yaşamın özünü kavrayamamış olmayı gösterir. Bütün bireylerinin kahramanca yaşadığı bir toplumda, o ortam birgün mutlaka bozulacaktır. Siz en iyi sistemi getirin, bir gün bozulacaktır. Dahası, belki en kötü sisteme bozulacaktır. Ama o kötü sistem de olduğu gibi kalmayacaktır, düzelecektir. Çünkü yaşam hep bir değişim ve akış içerir. Canlılık budur, yaşam budur... İşte o kötü sistemin düzelmesi için de o toplumun ve her toplumun öndelere, kahramanlara ihtiyacı vardır. Ve “en büyük kahraman” olarak adlandırılan kişiler de, bütün halkının her bir bireyini kahramanca yaşama seviyesine çıkaran kişilerdir. Bu açıdan, Köy Enstitüleri’nin kapatılması için uğraşmış ünlü bir milletvekilimizin Meclis’te yaptığı bir konuşma çok ilginçtir: “Bu çocukların hepsi kendini birer Atatürk sanıyor”. Böyle bozguncuların olduğu bir ülkede, izin verin de kahramanlarımız da olsun. Bundan mı gocunacağız? Bakın, birileri bu kadar basit konularda halkına birşeyler anlatmaya çalışıyor. Çünkü bu kadar basit şeyleri herkes düşünemiyor işte. Birilerinin düşünmesi ve yazması gerek. Bu da az çok bir kahramanlık olsa gerek.
Neyse efendim, Aziz Nesin’e bakışaçımız değişti ya, bazıları için konu kapandı, içleri rahatladı demek ki. O sözlerin yanlış olduğunu düşündüklerini belirtmediler, o sözden rahatsızlık duyduklarını söylemediler, hatta ima bile etmediler. Dahası, yazılanlardan bizim hissettiğimiz, tam zıttı. Kendileriyle alay edenlere karşı gösterdiğim tepkiden dolayı bir teşekkür bile etmediler. Ama ben kendilerine benzemem, bu işi burada bırakmam! Böyle bir konuda, ne kadar sevsem de kimsenin gözünün yaşına da bakmam.
“Küçük insanlar, insanlarla; biraz daha büyük insanlar, olaylarla; daha büyük insanlar, düşüncelerle uğraşır” derler. Şunu hepiniz çok iyi anlayınız: İnsanlarla uğraşmaya, yalnızca saldırmak değil, savunmak da dahildir. Bir kişi, eğer şöyle bir konuda, benim Aziz Nesin’e bakışımda bir değişiklik oldu diye tatmin olup konuyu bitiriyorsa ve içinde “Aziz Nesin’in sözünün Türk toplumuna olumsuz etkisi” gibi rahatsızlık verici hiçbirşey duymuyorsa, küçük insandır demektir. Aklını başına almadığı sürece de kimse kendini bu gerçekten kurtaramaz. İstediği kadar konuşsun.
Bu sözün, Türk ulusunu aşağılayanlarca sakız edilmesinin olumsuz etkisi daha anlaşılmadıysa ve belli ki kimse bunu düşünebilecek durumda değilse, ben, daha fazla anlatayım. Hiç dikkatinizi çekmiş midir ve sorarım size: Neden aynı yarışma programının adı İngiltere’de “Tanrıvergili Biritanyalı”, Ukrayna’da “Ukrayna Yeteneğe Sahiptir” iken Türkiye’de “Yetenek Sizsiniz Türkiye”dir? Halkının kendisine saygı duyduğu bu ülkelerde, programa katılmak isteyen şarlatanların küçük bir oranının fazlasının televizyona çıkarıldığını mı sanıyorsunuz? Biraz tebessümlük bir oranı geçerse bu oran, iş, toplumun kendisine saygısının ve güveninin kırılmasına gider. Bu ülkeler o sınıra dikkat ederken, Türkiye’de başvuran her şarlatan neden televizyona çıkarılıyor dersiniz? Bir ülkenin kendi kendini bu şekilde zarara uğratması nedendir, diye sorar insan kendi kendine. Bunun yanıtı, Banu Avar’ın şu sözlerindedir: “Bugün izlediğiniz bütün televizyon kanallarının üçer tane Amerikalı danışmanı vardır. Hangi program, ne zaman, hangi adla yayınlanacak, onlar karar veriyor”. Banu Avar’ı tanımayanlara da kısaca tanıtayım. “Sınırlar Arasında” adlı, gerçekleri açıklıkla günyüzüne vuran belgeseller yaptığı için, rahatsızlık duyan bazı ülkelerin büyükelçilerinin baskılarıyla TRT’den atılmış bir televizyoncudur.
Bundan çıkarılacak ders nedir: Demek ki bir kimse, “birileri aptal dedi diye Türk halkı aptal olmaz, tıpkı kendi kendimize akıllı diyerek akıllı olamayacağımız gibi” diye bilip bilmeden dünyaya ilişkin konuşmadan önce, dünyaya bir bakmalı: Nasıl dönüyor acaba, diye. Bir düşünmeli, neden şu şu ülkedeki aynı programın adı “Tanrıvergili Biritanyalı”, “Ukrayna Yeteneğe Sahiptir” iken Türkiye’de “Yetenek Sizsiniz Türkiye”dir, diye. Daha önce, “bir insana kırk kez aptal dersen, aptal olur” sözünü hiç duymamış olsa bile... Şimdi daha iyi anlıyor musunuz, Aziz Nesin’in o sözünün ve alaycı tarzdaki öykülerinin topluma zararını? İnsan düşünür: “Bizim kamyonarkası yazılarda çoğunlukla zekamızı ortaya koyan yazılar varken, Amerika’dakilerde neden “Büyük Amerika”, “Büyük Amerikalı” yazar diye. Düşünmek için biraz daha malzeme: Bu ülke herzaman kendisine böyle saygısız ve güvensiz miydi acaba? Yanıtını, bir zamanların Türkiye’sinden iki marşı yazarak verelim:
İLERİ MARŞI
Yürü, bu yol şeref zafer yolu
Karşında bekliyor seni tanyeri
Yürü, atıl devir karanlığı
Durma yürü, haydi ileri.
Varsın gel desin sana
Yeşil gölgeli çamlar
Ninni fısıldayan dereler
Şen nameler, gülen bir bahar.
Hayır, sakın yolunda kalma sen.
Dağları yıkan gücünle sars yerleri
Atam diyor, öğün çalış güven
Durma yürü, haydi ileri.
ÖĞRETMEN MARŞI
Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yer yüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Bu marşlardaki havayı hissedebiliyor musunuz? O dönemin halkının nasıl bir havada yaşadığını, birbirini nasıl sahiplendiğini, nasıl bir birlik ve mutluluk içinde yaşadığını hissedebiliyor musunuz? Bir de bugüne bakalım. Bu tür marşların bugün de yazılmasını geçtim. Bu sözleri söyleyebilen kaç kişi var ve bu kişiler ne tür tepkilerle karşılaşıyor? Peki Türkiye o günlerden bugünlere nasıl geldi acaba? Bu süreçteki Aziz Nesin’in o sözü gibi sözlerin rolünü bir tek ben mi görüyorum!
Aziz Nesin’i o sözlerden önce de sevmediğim sanısına kapılmışsınız. Birincisi, ben Aziz Nesin’i, herşeye rağmen, sevmiyor değilim. İkincisi, hiç sevmediğim şeydir, başkalarının davranışlarına göre yargılanmak. Siz kiminle konuştuğunuzun ayırdında mısınız? Aziz Nesin’in o sözleri söylediğini tahmin ettiğim günlerde ben, heralde yalnızca anamı, babamı ve yeni doğmuş kardeşimle birkaç kişiyi daha tanıyor olsam gerek; Aziz Nesin’i nerden bileyim? Aziz Nesin’in öldüğü günlerde de “gitti bir dinsiz” diyen kimi arkadaşlarıma ne yanıt verdiğimi de ben biliyorum; siz bilmeseniz de olur. Benim Aziz Nesin’e önceki bakışaçım da yüzeysel değildi ya, hadi zorladık, yüzeysel dedik diyelim. Beni Aziz Nesin’e öyle bakmakla suçlayan, ama aynı biçimde bana bakan siz, aman rica ederim, siz bana “yüzeysel bakışaçılıymışsın” demeyin! Şunu da söyleyeyim: Aziz Nesin’in o sözünü de ben, Aziz Nesin’in bir savı yada inançlı bir söylemi olarak değil, o an patavatsızca söylediği bir söz olarak görüyorum. Türk toplumunu aşağılamak aşağılığına düşenler, bu sözü alıp kullanıyor; bu bir gerçek. Aziz Nesin sanki insan değilmiş de hata yapamazmış gibi, Aziz Nesin’in her sözünü inançlı bir söylem ve doğru olarak algılayan, kıraldan çok kıralcılar ise, Aziz Nesin’e saldıranlara karşı Aziz Nesin’i savunur da, Türk halkını aşağılamaya yeltenen aşağılık kişilere karşı tek söz etmez. Kendilerini de düzgün düşünceli, iyi niyetli, adaletli sanırlar. Ne adalet be!
Haberi bir televizyonda çıkmış, bugün duydum: Yabancının birine sormuşlar, “şunu Türkler’in değil, Ermeniler’in yaptığını biliyorsun. Niye Türkler’e hakaret ediyorsun da, Ermeniler’e hiçbirşey söylemiyorsun” diye. Yanıtı şu olmuş: “Türkler’e hakaret ettin mi, halk o hakaret edenlere gözyumuyor, hiçbirşey demiyor. Ama ben Ermeniler’e veya İsrailliler’e hakaret edersem, mahkemelerde beni sürüm sürüm süründürürler”. Bizdekine bak: Ne devlet ama! Yurttaşa bak be! Yurtsevgisi konuşuldu mu, kimse mangalda kül bırakmıyor. Ama halkını aşağılamış, hakaret etmiş bir yazara biri birşey dedi mi, cephe alınan o oluyor. Gerçek yurt sevgisi bu gibi durumlarda belli olur kardeşim! Bunu da yalnızca siz değil, bu yazıyı okuyan herkes böyle bilsin!
Hüseyin Bey, “şairler, yazarlar, sanatçılar, düşünürler, bazen ateşin ortasındaki akrep gibi iğnelerini kendilerine batırarak intihar ederler, kendilerini anlaşılmak uğruna feda ederler” demiş. Ben, kendini anlaşılmak üzere feda eden kişilere yalnızca acırım. Kendini anlaşılmak üzere feda etmeyeceksin. Bırak kimse seni anlamasın. Anlaşılmak için değil, yalnızca halkın için feda et kendini. Kaldı ki bu tür sözleri ben, Vahdettin benzeri kişiler için de çok duydum. Neymiş, Atatürk’ü Samsun’a ülkeyi kurtarsın diye göndermiş. Kendini de oklara hedef olarak ortaya koymuş, günahkeçisi olmayı göze almış. Vahdettin’in bu ülkede ne haltlar yediğini bu halk bilse, içlerinden en duygusuzu, adını tükürerek söyler. Öyle soysuz bir kimseyi, bu sözlerle vatankurtaran yaptılar. İnsan tiksiniyor, elinde olmadan. Bu tür “kahramandı”lamaları ben, günlük yaşamda da çok duydum. Benzer bir mantık kurarsa, gelecekte belki Ali Nihat Yazıcı’dan da şöyle duyarız: “Ben bu kadar rüşvet verdim; bir sor bakalım neden... Satrançta rüşvet olayları daha önce de dönüyordu. Ben abartayım da satranç camiası ayaklansın. Beni tepetaklak etsin, ama yeter ki bundan sonra rüşvet olaylarının denetimi çok sıkı olsun. Satranççılar beni kötü bilsin, ama bundan sonra tek bir kuruş rüşvet dönmesin. Benim bir tek kuruş rüşvete bile nasıl katlanamadığımı bir bilseydiniz...” Al sana bir kahraman daha... Zaten bu tür söylemlere ne kadar yatkın olduğunu Mali Genel Kurul’daki konuşmasında belli etti. Anlayacağınız, ben bu tür “aslında o bir kahramandı” söylemlerine epey çekinceli yaklaşırım.
Yazdığım bir söze de gönderme yapıp, bu sözden “(Aziz Nesin böylelikle)Türk halkını kendisine saygılı olmaya kışkırtmıyor mu” diye sormuşsunuz. O sözlerden o anlam çıkmıyor. Kaldı ki saygı denen, insanlara, onları aşağılayarak verilmez. Dünyanın aklıbaşında hiçbir eğitiminde bir sınıf dolusu çocuğa, “sizler aptalsınız” denmez. Hiçbir aklıbaşında eğitimci, bütün bir sınıfa böyle konuşmaz. Ha şunu da söyleyeyim: Elli kişilik bir sınıfın öğretmeni, öğrencilerine sürekli “sizler aptalsınız” derse, o elli kişiden bir kişi gerçekten de hırslanır, derslerine asılır. Dört kişi öğretmenini hiç takmayacağı için ne olumsuz etkilenir, ne de olumlu. Ama geri kalan kırkbeş öğrenci, bu sözden olumsuz etkilenir. Eğitim dediğin, tüm sınıfı, geneli geliştirmek için verilir, elli kişiden bir kişiyi geliştirmek için değil. O öğretmen, “ama bak şu çocuk hırslandı, başarılı oldu” derse, o öğretmene kapıyı, kıçına tekmeyi vurarak gösterirler. Siz de bir eğitimcisiniz Hüseyin Bey. Çocukları böyle mi eğitiyorsunuz? Böyle bir eğitime gönlünüz razı oluyor mu, çocuğunuzu böyle bir sınıfa gönderir misiniz yada böyle bir öğretmenin sınıfındaysa ne yaparsınız? İnanmadığınız ve uygulamayacağınız şeyleri savunmayınız. Kişileri değil, hele hele o kişilerin yanlışlarını hiç değil, doğruları savunmalı. O kişiyi ne kadar çok sevseniz bile. Aşağılayarak veya kızdırarak kendine getirme türünden bir davranışın, asıl niyet o topluluğa kin kusmak değil de gerçekten de kendilerine getirmek olsa bile, bireylere yönelik arada bir geçerliliği olabilse de, bir topluluk sözkonusu olduğunda, aklıbaşında bir eğitim sisteminin ve aklıbaşında bir eğitimcinin tutacağı yol olamaz; böyle bir yol kabul edilemez.
Bir de “ne yazık o ülkeye ki kahramanlara ihtiyacı var” diye bir söz iletmişsiniz. Bu söz, kapıları kapalı, karanlık odasında, tek başına, sıkıntı içinde oturan bir kimsenin, cahilce söylediği bir sözdür. Böyle bir söz, yaşamın devinimliliğini, değişimliliğini yani yaşamın özünü kavrayamamış olmayı gösterir. Bütün bireylerinin kahramanca yaşadığı bir toplumda, o ortam birgün mutlaka bozulacaktır. Siz en iyi sistemi getirin, bir gün bozulacaktır. Dahası, belki en kötü sisteme bozulacaktır. Ama o kötü sistem de olduğu gibi kalmayacaktır, düzelecektir. Çünkü yaşam hep bir değişim ve akış içerir. Canlılık budur, yaşam budur... İşte o kötü sistemin düzelmesi için de o toplumun ve her toplumun öndelere, kahramanlara ihtiyacı vardır. Ve “en büyük kahraman” olarak adlandırılan kişiler de, bütün halkının her bir bireyini kahramanca yaşama seviyesine çıkaran kişilerdir. Bu açıdan, Köy Enstitüleri’nin kapatılması için uğraşmış ünlü bir milletvekilimizin Meclis’te yaptığı bir konuşma çok ilginçtir: “Bu çocukların hepsi kendini birer Atatürk sanıyor”. Böyle bozguncuların olduğu bir ülkede, izin verin de kahramanlarımız da olsun. Bundan mı gocunacağız? Bakın, birileri bu kadar basit konularda halkına birşeyler anlatmaya çalışıyor. Çünkü bu kadar basit şeyleri herkes düşünemiyor işte. Birilerinin düşünmesi ve yazması gerek. Bu da az çok bir kahramanlık olsa gerek.