03-07-2014, 11:37
(Son Düzenleme: 03-07-2014, 11:51, Düzenleyen: İskenderAltındiş.)
Öncelikle, satrancı Türklerin yarattığına ilişkin üç yıl önce paylaştığım yazıların bağlantısını yenileyeyim. Bu başlığın en başında verdiğim bağlantı, Forum'daki yenilenme nedeniyle kırılmış. Yeni bağlantı şu: http://forum.satranc.biz/showthread.php?tid=2220
Feti Bey ile Abdulkadir Bey'e, yazdıklarıma neden katılmadıklarını ve yorumlarını gayet ölçülü ve oldukça açık biçimde ifade ettikleri için özel olarak teşekkür ederim. Diğer üçünün tarzıyla bu iki kişinin tarzı arasındaki ciddi fark, gözden kaçacak gibi değil. Kalan üçünün biri, Suat Atalık. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, yukarıdaki yazıma değinmiş. Yazısını yeri geldiğinde buraya aynen aktaracağım.
Tek tek yanıt vermeden önce, bu tartışmayı okuyan ve okuyacak olanların dikkatlerinden kaçırmaması gereken genel manzaraya bakalım. Ben, satrancı Türkler'in bulduğuna ilişkin ki kesinlikle Türkler buldu, bir yazı yazdım. Tartışılacaksa, bunun tartışması nasıl olur: Önce üzerinde tartışılacak yazı dikkatle okunur, sonra da sakin sakin karşı düşünceler sunulur ve o düşünceler tartışılır. Başka düşünceler değil. Yazıyla ilgili bazı karşı düşünceler hiç sunulmamış değil. O konulardaki tartışmaları yeri geldiğinde zaten okuyacaksınız. Ancak, bazılarının yorumlarındaki iki ortak nokta çok dikkat çekiyor; gözden kaçırmayınız: 1) Öfke 2) "Doğru bile olsa, önemsiz" deyip küçümseme, önemsizleştirme
Öfke konusunda dikkat çekeceğim şey, yalnızca öfkeli ifade tarzları değil. Başka iki şey daha var: Birincisi, Er'in eski hareketi konusunda Feti Bey'in verdiği bilgi, benim Er'in niye geri gitmediğine ilişkin yazdıklarımı sanki çürütüyormuş gibi herkesin ağzına yapışmış. Sanırsınız ki bugün Er geri gidebilen bir taştır. Bunun ayrıntılarına, Feti Bey'e yazdığım yanıtta değindim. Burada ise, öfkenin akılları yok ettiği asıl önemli bir noktaya dikkat çekeceğim:
Feti Bey'in verdiği eski satrançtaki taktik, hiçbir kuşku olmaksızın ve bütün dünyaca kabul edilmiş bir Türk askerî taktiğidir. Aklıbaşında herhangi bir kişi için, Feti Bey'in aktardığı bu eski satranç taktiği, satrancı Türklerin yarattığının başlıbaşına ve yeterli bir kanıtıdır. Hiç olmazsa Türleri bir numaralı aday yapar. Bu kanıtı inkâr etmek, bilim ve akıl dışı bir dikkafalılık ister. Büyük de bir çaba ister. Kolay değildir bu veriye rağmen satrancı Türklerin yarattığına karşı koymak. Hele hele Suat Atalık gibi taşlardan birinin adı Fil diye satrancın Hindistan'dan çıktığına ikna oluveren kimseler, karşı koymaya kalkışamaz bile. İşte herkes, benim yazdıklarıma saldırmaya kendilerini o kadar odaklamış ki bu gerçeği hiç görememişler. Bilimsellikten sözeden bunca kimsenin, hiç bir bilimsel kuşku duymadığına ve Feti Bey'e hiçbir kaynak sormadığına da ayrıca dikkat çekerim.
Öfke konusunda ikinci şey, yazıma çamur atmak için yazılmış olan "tutmayan zamanlar" ifadeleri. Zamanların bile birbirini tutmadığı, saçmasapan bir yazı demişler. Bu konunun ayrıntılarına, Suat Atalığa yazdığım yazıda değindim. Bu müthiş irdeleme üstadlarının düştüğü durum, oradan okunabilir.
Önemsizleştirme biçimlerine de dikkat ediniz:
A) "Satrancı Türkler yaratmış bile olsa, bu önemli değil, çünkü bugünkü konumumuz ortada."
B) "Burg ve Burç sözcüklerinin Türkçe Bur sözcüğünden gelmesi birşey ifade etmez. Ayrıca Burç sözcüğünün kökeninin Arapça mı, Türkçe mi olduğunun herhangi bir önemi yoktur."
Yani demek istemişler ki "Sen istediğin kanıtı getir. İstersen, satrancı Türklerin yarattığını, Burg ve Burç sözcüklerinin Türkçe Bur sözcüğünden geldiğini kesin ve belgeli olarak kanıtla, boşa uğraşmış olursun. Çünkü bu konu bizim için önemli değil". İlginçtir, aynı kişiler, bir de bilimden sözetmiş.
Peki bu iki ortak noktanın, yani öfkenin ve önemsiz gibi göstererek küçümsemenin nedeni nedir? Bunun yanıtına bugünkü yanıtlarımda değinmedim. Daha sonraya bıraktım. Zamanı geldiğinde bu konuda çok da ilginç bir vidyo izleyeceksiniz. Ama şimdilik, bu önemli manzarayı gözden kaçırmamanız ve üzerinde biraz düşünmeniz için yeniden soruyorum: Çoğu yorumda göze çarpan bu iki ortak noktanın nedeni nedir?
Üçüncü bir ortak nokta da gözden kaçacak gibi değil: "Bilimsellik" sözleri. Bilimle bu kadar ilgilenen bu kadar kişi bulmak hoşuma gitti. Demek ki bilim ve bilimsellik konusunda da sırası geldiğinde biraz yazışacağız. Neler okuyacağımı şimdiden çok merak ediyorum.
Şunu da şimdiden yazayım: Burada yazan ve belki yazacak başka kişilerin birkaçını ayrı yere koyuyorum. Diğerlerine hiçbir şekilde hiçbir şey anlatamayacağımın farkındayım. O kişiler, kendilerine yazacağım yanıtları, yanlış yere kendilerine laf anlatmaya çalışıyormuşum gibi algılamasın. Öte yandan, o yazışmalardan yararlanacak başkaları elbette olacaktır.
Son olarak, benim yazdıklarım, yorum yapan satranççılar tarafından eleştirmek istenirken, bu forumda, bu başlıkta, Erlerin eski hareketiyle, satrancı Türklerin yarattığına ilişkin en önemli göstergelerden biri sunulmuş ve savunulmuş. Benim için satrancı Türklerin yarattığının böylesine açıklıkla ortaya çıkmış olması, benim yazımın değerinden de önemli. Bu açıdan, (benim yazdıklarım dışında) gerçekte tartışılacak birşey kalmamıştır. Özellikle de buna dikkat çekerim.
Bir de şuna özellikle dikkat çekerim: Feti Bey'in sözünü ettiği tarih kitabının yazarları, satrancı kesin biçimde Türklerin yarattığının gayet de farkında.
**************
Feti Bey,
1. konuya,
"Satrancı kimin bulduğu veya kimin geliştirdiği hiç önemli değil" diye başlamışsınız. Eğer gerçekten böyle düşünüyorsanız, o zaman yanlış yere yorum yazmışsınız. Çünkü bu başlık, satrancı kimin bulduğuyla ilgilenen birinin açtığı, satrancı kimin bulduğuna ilişkin bir yazıyı barındıran bir başlık. Yine de, siz de dahil olmak üzere, bu sayfayı takip edecek kadar satranca ilgi duyan hiçbir satranççının, satrancı kimin bulduğu ve geliştirdiği konusuna önemsiz bakacağına inanmam. Satrancı Türklerin yaratmış olmasının, bazı Türk satranççıların ilgisini kırması, doğal. Bu ayrı bir konu ve gözüken o ki ayrıca tartışacağız. Ancak, herhangi bir oyuna veya nesneye önem veren birinin, o oyun veya nesnenin geçmişini, üstelik de başlangıcını önemsiz görmesi, bana göre doğaya aykırıdır. Kaldı ki bu konulara sizin de önem verdiğiniz, sonraki yazdıklarınızdan belli. Öyle veya böyle, satrancı kimin bulduğu, hem de çok önemli bir konudur. Hele ki bizim izimiz, kokumuz varsa ve adımız geçiyorsa, biz Türkler için elbette daha da önemli bir konudur.
Şöyle devam etmişsiniz: "Satrancı Türklerin bulmaları ve bir zaman kesitinde sahipliklerini devam ettirmeleri fakat daha sonra muhafaza edemeyerek (birçok konuda olduğu gibi) ellerinden kaçırmaları onu benimsemedikleri veya sahip olacak gücü bulamadıkları anlamına gelebilir".
Herhangi bir ulusun, yarattığı oyunu "benimsememesi", benim aklıma kolay kolay yatmaz. Herhangi bir ulus, yarattığı bir oyunu, olağandışı koşullar nedeniyle oynamayı elbette bırakmış olabilir. Türklerde de bu görülür. Örneğin Dokuz Kumalak (Mangala), Türklerin yarattığı, dünyanın hemen her coğrafyasında oynanmış olan, 4000 yıllık bir oyundur. Ama Türkiye'deki Türkler, bu oyunu yaygın biçimde oynamayı zamanla bıraktığı gibi, yaratıcısının kendisi olduğunu da unuttu. Bunda şaşılacak fazla bir şey yok. Şunun şurasında 20 yıl kadar önce, bizim çocukluğumuzda oynadığımız birçok oyun bile bugün oynanmıyor, bilinmiyor. Bunların arasında Türk icadı olan herhangi birini İran icadı diye tanıtmaya kalksalar, herhalde birçok kişi itiraz etmeden inanır. Çocukluğumuzun oyunlarının bugün neden oynanmadığı ve İran icadı olduğuna neden kolaylıkla inanılacağı, çok açık. Herhalde bu, "benimsememek" olarak tanımlanamaz.
Türk ulusunun hele satrançla ilişkisi incelendiğinde, satrancı benimsememek diye bir şey kesinlikle sözkonusu olamaz. Türk ulusunun ister Türkiye'deki parçasına, ister diğer parçalarına bakıldığında, satrancın birçok farklı çeşidinin oynandığı görülür. Belki anımsarsınız, geçtiğimiz yıllarda Van'daki kadınların, aralarında yaptıkları buluşma günlerinde satranç oynadıkları haberini okumuştuk. Türkiye'de velilerin satranca nasıl önem verdiğini ve satranca hangi gözle baktığını da biliyoruz. Türk ulusu satrancı elbette benimsemiş durumda. Uluslararası turnuvalarda neden başarısız olduğumuz ise ayrı bir konu. Bu forumda o konu çeşitli kereler açıldı, bundan sonra da açılacak.
Şu dediğiniz doğru: Yarattığımız satranca sahip olacak gücü bulamadık. Bunun nedenini düşünmek fazla zor değil. Gerekirse ilerde bu konuyu daha geniş açarız. Ama Feti Bey, benim şu anda dikkatinizi çekmek istediğim başka bir şey var: "Birçok konuda olduğu gibi" diye bir parantez açmışsınız. Demek ki o veya bu nedenle yaratıp da sahipliğini koruyamadığımız, bu nedenle de başkalarının bir güzel sahipleniverdiği birçok konunun var olduğunun siz de farkındasınız. Satrancın da aynı kaderi paylaştığına inanmak, bunların hiç farkında olmayanlara göre, sizin için daha kolay olsa gerek. Ve kuşkulanmanız gerekir.
2. Konu:
Erlerin geri dönmeyişi konusunda şunları yazmışsınız: "Erler bal gibi de geri dönerlermiş. Tarih kitaplarında okuduğumuza göre; strateji ve taktik gereği erler ortadan düşmana hücum ettikten bir süre sonra geri dönerler, hem de epeyce geri dönerlermiş, kaçarcasına. Ta ki, düşman yarım ay içine sıkıştırılana kadar. Sonra da en önde hakan olmak üzere ileri giderlermiş".
Öncelikle bu önemli bilgi için çok teşekkür ederim. Yazıya Ek adı altında, ayrıca ekleyeceğim. Eğer adınızı soyadınızı yazarsanız, aktardığınız bilgiyi o ad soyada teşekkürlerimi belirterek eklemekten mutluluk duyarım. Ayrıca, sözkonusu kitabın önemli bir kaynak olduğunu algılıyorum. Kitabın adını verirseniz, bir an önce edinmeye çalışacağım. Bu yazdıklarınızın satranç tahtası üzerinde nasıl uygulandığını da epey merak ettim açıkçası.
Bu arada Feti Bey, dikkat ettiniz mi ki yazdığınız bilgi, Türklerle özdeşleşmiş ve Türklerin ünlü bir savaş taktiğidir: Çekilir gibi yapıp zamanı geldiğinde saldırmak. Tarih başka hangi ulusu bu taktikle bütünleştirmiştir? Birçok savaş ve Tarih kitabı, Türk atlılarının geri çekilişinin, doğrudan saldırısından daha tehlikeli olduğunu yazmıştır. Yarımay dediğiniz şey, Hilâl taktiğinin bir uygulaması değildir de nedir? Yalnızca şu yazdıklarınız bile satrancın bir Türk oyunu olduğunu bağırıyor, siz duyamadığınızı mı söyleyeceksiniz Alla'şkına?
Belli ki Türk atlılarında görülen bu Türk savaş taktiğini, Türkler, satrançta, Er hareketi olarak tanımlamış. Erlerin hareketi önceleri böyleyken, ne zaman geri gitmez olmuş, orasını bilmiyorum. Ama elbette bir zamandan sonra ve bir nedenle geri gitmez olduğu kesin. Bu hareket Batı icadı mı: Hayır. Er hareketinin neden ve ne zaman değiştiği konusunda okuduğunuz bir bilgi veya sizin açıklamanız var mı? Varsa yazın, okuyalım. Ben bu konuda bir şeyler yazdım. Oldukça da önemli, ilgiye değer ve zarif bağdaştırmalar yaptım.
Dikkat ediniz: Sizin Erlerin önceki hareketine ilişkin verdiğiniz bu önemli bilgi, benim yazdıklarımı çürütmüyor. Herhangi bir çelişki de yok. Ortada yalnızca, önceki hareketle yeni hareketin farklı felsefeleriyle ilgili bir durum var. Burada, satranççıların genel olarak yanıldığı bir durum kendini göstermeye başlıyor: Satranç, sıfırdan yaratılmış bir oyun değildir. Böyle bir şey olanaksız ve doğaya aykırıdır. Satranç, kendinden önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyundur. 8 sayılı yorumdaki bağlantıda anımsattığım yazıda, üç yıl önce bu konuya değinmiştim.
3. Konu:
Öğrencinizle ilgili anınız çok hoş. Okumak ve anlatmak gereken bir anı. Ben de satranç forumlarındaki ilk yazılarımı, VezirÇıkacakPiyon adıyla yazmıştım.
Elbette yine de siz bilirsiniz, ama bence Batı tanımızı değiştirmeniz gerekir. Çünkü eğer "düşünme, yaşama, gelişme felsefesi" kavramlarını, "bütün zaman dilimleri için" Batı tanımı içine katarsanız, Doğu'nun bu kavramlara tarihin hiçbir döneminde uymadığını ve asla uymayacağını kabul etmiş olursunuz. Bu ise hem geçmiş, hem gelecek, hem de yaşamdaki değişim ilkesi açısından çok açık bir yanlıştır.
Bu kabullerinize göre, Güney Kore "Batı" olurken, hemen yukarısındaki Kuzey Kore ise "Doğu" olup yönler birbirine girmiş oluyor. Üstelik de tanımınıza göre Güney Kore, birkaç yıl öncesine kadar Doğu idi. Yani Batı tanımınız zamana bağlı değilken, yönler zamana bağlı oluyor. Dahası, ortaya şu soru çıkıyor: Batı olarak tanımladığınız örneğin Japonya, acaba kendisini Batı olarak mı tanımlıyor, yoksa Batı ile açık seçik bir mücadelenin, sert gerilimlerin içerisinde midir?
Geçer piyon konusunda şunları yazmışsınız: "Batı'nın değiştirdiği, geliştirdiği kurallar ve stratejiler piyona öyle bir değer ve destek veriyor ki; geçer piyon ilerlerken aynen bir annenin bebeğini koruduğu gibi var güçleriyle onu tehlikelerden koruyorlar. Gerektiğinde bir şövalye veya bir rahip veya bir kraliçe piyon hedefine ulaşabilsin diyerek kendisini feda edebiliyor. Piyon hedefine ulaştığında da kazanç kapıları açılıyor."
Öncelikle, Batı, satranç kurallarını değiştirdi, ama geliştirmedi. Geliştirmek şöyle dursun, oyunun ayarını bozdu. Neden bozduğunu da yazdım.
İkincisi, geçer piyon kuralını yaratan, Avrupalılar değil. Daha önceden de vardı. Nasıl ortaya çıktığını birazdan okuyacaksınız. Az önce yazdığım gibi, satranç, sıfırdan oluşturulmuş bir oyun değil, önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyun. Satrancın geçmişinde hiç kuşkusuz, dama da var. Damada da son kareye çıkan taş, Dama olur. Birazdan göreceğiniz gibi, belli ki satranca da böyle geçmiş. Arslan Küçükyıldız'ın, 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki önemli yazısından, bu konuda şunları aktarayım:
_____________
1) "Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır."
2) "Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir). Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir). Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik, savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, Oniki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur."
_____________
Feti Bey, "Geliştirilen bu geçer piyon kuralı, piyona verilen önemli bir değer ve görevdir" demişsiniz. Doğru. Er'e işte o değeri ve görevi Türkler vermiştir. Tıpkı daha önceden yarattıkları oyunlarda da verdikleri gibi.
Eski satrançtaki Er'le bugünkü satrançtaki Piyon'u bir karşılaştırın. En basitinden Er, yakın dövüşte bugünkü Piyon'dan çok daha etkili. At ve Fil, Er'e uzaktan saldırmak zorunda ve Vezir de zaten bugünkünden çok daha güçsüzdü. Yalnızca bunları düşünmek bile Er'le Piyon'un oyun içindeki ağırlıklarını karşılaştırmalı görmeye yeter.
Son olarak, Batı'nın halkına verdiği değersizlikten sözetmiş olmama karşılık olarak, bir batılı olan Filidor'un sözüyle kapatmışsınız: "Piyonlar satrancın ruhudur". O sözün tümünü yazayım:
"En büyük isteğim, heniz düşünülmeyen, daha doğrusu şimdiye kadar anlaşılmayan bir yeniliği ortaya koymaktır: Piyonlarla oynamaktan sözetmek istiyorum. Piyonlar partinin ruhudur. Savunmayı ve taarruzu yapacak olan yalnız Piyonlar olduğu gibi, oyunun sonunu da yine Piyonların durumu belirler".
Yani bir Batılı olan Filidor, diğer Batılılar'ın anlamadığı bir yenilik yaparak Piyona önem vermiş. Ancak, yine de Filidor'un oyun tarzının bu sözle ne kadar uyuştuğu konusunda kuşkum var. Filidor'un oyunlarını kendim incelemedim. Bu forumda Filidor'un oyunlarını incelemiş kişiler herhalde vardır. Yazsınlar, biz de öğrenelim. Ancak, üç yıl kadar önceki bir sohbette, Filidor'un oyun yapısının piyon fedalı olduğunu duyunca, söylediği sözle oyun tarzı arasındaki çelişki kafamı kurcalamıştı. Yanlış anlamadıysam, önce piyonları kırışır, sonra da diğer taşlarla oynarmış. Belki de ben yanlış anlamışımdır da, bütün taşlarla kırışlara girerek, piyonun oyun sonundaki gücüne yönelik bir oyun tarzı vardır. Bilemiyorum. Ama anlaşılan her durumda, ortada satranç taşlarını feda eden bir oyun tarzı var. Sonraki satranççılar, "taşları böyle feda etmekle olmaz, dengeli oynamak gerekir" demiş ve daha sonra da satranç ona göre oynanmış. Dediğim gibi, bunlar, sohbetlerden benim anladıklarım. Yanlışsam, ustalar düzeltsin.
İkincisi, bir satranççının böyle bir söz söylemesi, hatta bu söze uygun bir oyun tarzı bile olsa, bütün Batılı satranççıların aynı kafa yapısında olduğunu göstermez. Hele Batı'nın siyaset anlayışının o satranççının bakışaçısıyla aynı olduğunu hiç göstermez. Batı'da farklı farklı oyun tarzı akımları yaşandı. Filidor'unki bunlardan yalnızca biriydi.
Üçüncüsü, Cesur Yürek filmini izlediyseniz, filmin bir yerinde İngiliz ordusu komutanı, savaşta en önce, İngiliz olmayan yayaları, yem gibi sürüyor. Bu, insanın Batı'nın gözündeki değerinin tipik bir örneğidir. Başkalarına hiç önem vermezler. Aynı şekilde kendi halklarına da. Çörçil'in "Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir" sözünü aktardım; daha ne anlatayım? Adamlar bu Çörçil'e bugün bile örnek olarak ve neredeyse deha olarak bakıyor.
Atom bombası denemelerinden ekonomi tarzlarına kadar, halklarını yönetim biçimlerinden sınıfsal mücadelelere kadar, sağlık politikalarından halklarına verdikleri eğitime kadar (eğitimden sözetmem birçoklarını şaşırtmış olabilir, soru gelirse ve gerekirse daha sonra açarım) yığınla örnek sayılabilir. İsterse elli Batılı satranççı Filidor'unkine benzer sözler söylesin, Tarihsel ve güncel gerçek çok açık: Batı, kendi halkına bile önem vermez. Bunun tartışılacak bir yönü yok, bunu göremeyenler için yalnızca incelenecek bir yönü var.
"Satrancımızın geldiği seviye, piyona verdiğimiz değer kadardır" demişsiniz. Bu ve başka konularda bu tür sözleri çok duyuyoruz. Sanki herkes birer papağan, birbirini tekrar eder gibi. Siz kendinizi böyle kişilerden ayırın. İşin gerçeği şu:
Bir gün bir gazeteci, Çe Gevara'ya "bir devrimcinin en büyük özelliği nedir" diye soruyor. Çe Gevara'nın verdiği yanıt çok önemlidir: "Aşk. İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Benliğinde bunları taşımıyorsa, gerçek bir devrimci değildir O".
Bir kişi, kafasında ne kadar büyük ve önemli tasarılar olursa olsun, eğer ulusuna ve ülkesine aşkla bağlı değilse, büyük heveslerle sırtladığı görev ve yükü taşıyamaz. Satranç için de durum budur. Siz Feti Bey olarak, Türkiye'deki tüm satranç camiası içerisinde Türkiye'yi ve Türk ulusunu en iyiye, en yükseğe yakıştıran, bunu dillendirmekten bıkmadan, buna göre çalışan, iş yapan herhangi bir kişi tanıdınız mı? Ben şurada satrancı Türklerin bulduğuna ilişkin bir yazı yazdım, öfke dolu tepkilere bakıp da bir düşünün. Sizce, örneğin bir ara Federasyon yönetimine aday olan ve birazdan kendi köşesinde benim için yazdıklarını okuyacağınız Suat Atalık, Türk satrancını düşlediğiniz yerlere çıkarabilecek kafa yapısına sahıp biri midir? Büyük bir satranççı olmak başka bir şey, bütün bir ülkenin ve ulusun satrancını dünyanın en üstüne taşımak başka bir şey. Satranç sevgisi bir insanı büyükusta yapabilir, ama o büyükusta eğer ulus ve ülke sevgisini ta çekirdeğinde hissetmiyorsa, ülke satrancını hiçbir yere taşıyamaz. Sonra da hiç utanıp sıkılmadan kendisini değil de beni bencil, ulus sevgimi de etnosantrik olarak yaftalamaya kalkar. Sağa sola da "satranç kurumlarında satranççı yok" diye sözler saçar. Şimdi anladınız mı kendisi niye o kurumlarda değil? Satranççı değil dediği o kişiler, o kuruma girmek için hiç olmazsa yol yordam biliyor. Bunda o da yok.
İkincisi, bir ülkenin herhangi bir kurumu, ülkenin genel durumundan bağımsız olamaz. Örneğin siz ülkenin bağımsızlığını kurtarmadan, eğitimini kalıcı olarak düzeltemezsiniz. Veya tarımını. Veya sanayisini. İşte onun için "tam bağımsızlık". Bir ülkenin bütün kurumları gerçekte birbirine bağlıdır. Herhangi bir kurumda bir çürüklük varsa, farklı ölçülerde de olsa, diğer tüm kurumlarda da aynı çürüklük vardır. İster özel, ister resmi kurum olsun. İster Belediye, ister Askeriye olsun. Bu durum, satranç için de aynen geçerli. İşte bu yüzden, bir kurumu gerçek anlamda düzeltmeye kalkan herhangi birisi, bütün bir ülkenin bozukluğunun ağırlığına karşı kuvvet sarfetmek zorunda hissetmekten kendisini kurtaramaz.
Ancak, kurumlardaki bu birbirine bağlılığın bir anlamı da şudur: Sen eğer tüm bunlara rağmen başında olduğun kurumu düzeltebilirsen, diğer kurumlar ve ülke de düzelir. Kendi kurumunda yarattığın bu düzelme de, böylece kalıcılığa ulaşır. Siz tüm Türk satranç camiasında, bütün bu zorluklara karşı yılmadan mücadele edebilecek herhangi kişi tanıyor musunuz? İşte tüm bu saydıklarımı başarabilmek için, Türkiye'ye ve Türk ulusuna büyük bir aşk beslemek gerekir. Kendini feda etmek gerekir. Hani "geçer piyon için diğer taşlar, bir annenin bebeğini koruduğu gibi var güçleriyle tehlikelerden koruyorlar, piyon hedefine ulaşabilsin diye gerektiğinde kendisini feda edebiliyorlar" demiştiniz ya, kendini tıpkı öyle feda etmek gerekir işte. İşte o yüzden Atatürk, "Ata Türk" adını kabul etmiştir ve gerçekten de haketmiştir; son derece de yakışmaktadır.
Kısacası, Türk satrancının geldiği seviye, piyona verdiğimiz değer kadar değil, satrançta sorumluluk ve yetki sahiplerinin, hatta muhalefetin, Türk halkına, Türk ulusuna ve Türkiye'ye verdiği değer kadardır. Benim yazıma sert tepki verenler, bunları iyice düşünsün.
Bazıları "hani Batı, halkına önem vermez diyordun, satranç seviyeleri bizim çok üzerimizde" diye akıllarından geçirecektir. Daha sonra uğraşmayayım, şimdiden yanıtlayayım: Birincisi, o ülkelerdeki kurumlar ve o kurumlara bağlı olan satranç kurumu, bizdeki kadar çürük değil. Onlar da çürük de, bizdeki türden değil. Satranççıları bizimkilerin karşılaştığı birçok türden sorunla ilgilenmek zorunda kalmıyor. Satranca bizimkilerden çok daha fazla odaklanabiliyorlar. Bizdeyse, en basit örnek olarak, Suat Atalık gibi biri, Türkiye adına yarışamıyor. İkincisi, Türk satranç camiasının, gerçekte, bir başarı hedefi yok. Üçüncüsü, en büyük satranççıları bulundurmak başka bir şey, bir satranç ülkesi olmak başka bir şey. Benim sözünü ettiğim ulus ve ülke sevgisi, bir satranç ülkesi olmaya götürür. "Şu an" dünyada gerçek anlamda bir satranç ülkesi yok.
Son olarak, adı geçmişken, Dama konusunda ilginç bir durum daha var, ona değineyim. Almanlar Vezir'e "Däme" der. "Hanım" demekmiş. İspanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri de Vezir için aynı kökten gelen sözcüğü kullanır.
Avrupa'da Vezir'e Kıraliçe denmesi, erkek olarak doğduğu söylenen taşın (bence en başından itibaren Hatun olarak kadın doğdu. 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki yazıda nedenlerini yazmıştım) cinsiyet değiştirmesi konusunda yapılan açıklamalar doyurucu ve inandırıcı değil. Üstelik de çelişkili. Dama oyununda son kareye çıkan taşın Dama adıyla ve büyük olasılıkla Hanım anlamında anılması ve Kıraliçe'ye dönüştürülen Vezir'in tıpkı Dama gibi en güçlü taş haline gelmesi gerçekten de çok ilginç. Bu da benim Vezir adlı taşın aslında daha en başında Hatun olarak doğduğu biçimindeki düşüncemi güçlendiriyor.
**************
Abdulkadir Bey,
Yazdıklarıma itirazda bulunabilirsiniz. Elbette katılmayabilirsiniz de. Ama bu yazdıklarıma herhalde bilgi yığını denemez. Bu, bütün yazıda çok açık biçimde gözüküyor.
Yazıda geçen bilgileri birçok yerden bulabilirsiniz, ama böyle bir bütünleştirmeyi başka hiçbir insanoğlundan okuyamazsınız. Ayrıca, yazının farkında olunmayan çok önemli bir yanı daha var: Çok kişinin zihnini açtı, daha da fazla zihinler açacak. Dahası, eğitimle ve başka yollarla beynimize sokulan zehirli anlayışları temizleyici ve düşünmegücü kazandırıcı bir yazı. İşte bu özelliği, yazının kendisinden de daha önemli.
Yazının bir çok bilgi içerdiği konusunda haklısınız. Ama bu yazının yazarı olarak benim varlığım bu kadar büyük fark yaratıyorsa, zihin açıcı, zehir temizleyici ve düşünmegücü kazandırıcı bir yazıysa, buna elbette bilgi yığını denemez.
Okuduğunuz yazı, çok zarif bağlantıların olduğu, zeka kokan, son derece ilginç ve aslında gerçeklerin yanında çok alçakgönüllü bir yazıdır. Gelecekte hepimiz, satrancı Türklerin bulduğuna ilişkin son derece somut kanıtlar, çok daha şaşırtıcı bilgiler okuyacağız; bunu şimdiden bilin. Ama soyut düşüncelerden yola çıkan benim yazdığım bu yazı, o zaman bile değerini ve özel yerini koruyacak.
Ayrıca Fizik ve Tarih'le ilgili birisi olarak, ne bilgi yığınlarına bilimsel gerçek dendiğini, ne zarif bilgi ve düşünce örgülerine (bilimdışı hangi kaygılarla) boş bilgi yığını dendiğini, hatta denilmekle kalınmadığını, suçlanan bilimcilerin öldürüldüğünü, intihara itildiğini, akıl hastanesine tıkıldığını, itibarsızlaştırıldığını, bütün aile yaşamının çökertildiğini, akademik yaşamının bitirildiğini iyi bilirim.
İlginç bir örneğe bu forumda daha önce değinmiştim, ilginizi çekeceğini sanıyorum: Aynştayn, Özel Görelilik kuramını ortaya attığı zaman, yüz tane fizikçi, Aynştayn'ın ne kadar aptal ve söylediklerinin ne kadar saçmasapan şeyler olduğunu içeren bir kitap yayınladı. Bu yüz kişiden biri de satranççılar için tanıdık bir addır: İmanül Lasker. Peki sonuç ne oldu? Lasker'in utancının nasıl sözlerle örtülmeye çalışıldığına dikkat ederek okuyunuz: http://forum.satranc.biz/showthread.php?tid=2984. Ayrıca, yazıda alıntılar yaptığım kitaptaki şu sözü de gözden kaçırmayın:
"Yüz yada daha fazla insanın toplanıp bir yayın listesi oluşturması temel parçacık fiziğinde tekrar moda oldu. Her biri bir şey yaptığından değil ama, sadece hukuksal olarak, yayını engelleyecek hakları olduğundan."
Yazdığım yazı için "bilimsel bir gerçekliğe dayanmadığını düşünüyorum üzülerek" demişsiniz. Şimdi üzülmeye zaman ayırmayın. Gelecekte nasıl olsa gerçeği anlattığını göreceksiniz. O zaman sevinirsiniz.
**************
Suat Atalığın 29 Haziran 2014'te, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesindeki yazısından, yazdığım yazıyla ilgili bölümü aynen aktarıyorum:
ŞOK!
Mülakatı yapan soruyor: "Hayatınızda hiç turnuvaya katılmadığınızı biliyoruz ama en beğendiğiniz oyununuz nedir?" Sadece bu sorunun absürdlüğü yeterli ama bir de üstüne diğer taraftan cevaben evde bilgisayarıyla oynadığını iddia ettiği tamamen kampüterize bir oyun geliyor: İlk şok dalgası! İkincisi de birincisini aratır nitelikte, sıkı durun: Satrancı Türkler icat etmiş! Aniden piyonların geri gitmediği kendine malum olan satranç heveslisi oyunun askeri bir icat olup, olsa olsa bizim tarafımızdan bulunacağını 2014 senesinde keşfetmiş!
Saçma sapan argümanlar, tutmayan zamanlar, aslında hiç vuku bulmamış hadiseler ve hatta bu işin parçası olmamış kişiler her dem popülaritesinden kaybetmeyecek olan egosantrik ve etnosantrik yaklaşımlarla tarihi yeniden yazma sevdasıyla çabalamanın sahte ürünleri. İçinden ayet çıkaran satranç programından, içinde satranççı olmayan satrançla ilgili kurum ve kurullara dek, artık hiç bir şey beni şoke edemez derken bu birbirinden müstakil makaleler beni hayrete düşürdü.
Satrancın menşei tam olarak bilinmemekle birlikte, birçok lisana Fil olarak girmiş figür Hindistan ihtimalini kuvvetlendirmekte. Satrancın bugün tanıdığımız şekle oturması ve gelişimi 19. yüzyılı bulurken, merkezi de hep Avrupa kentleri. Türkiye'de bilinen ilk turnuvalar 1940'lı yıllara dayanmakta daha evvelindeyse hiçbir aktivite yok! Kendini, çoluğunu, çocuğunu, şehrinden, ulusuna kadar aslında olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmaya çalışanlara benim tavsiyem, kitap okuyup oyunu öğrenmeye çalışmaları. Satrançta fikir ileri sürebilecek hale gelmek için aynı anda bir sporcu olarak yarışmalı, bilim adamı kadar çalışmalı, sanatçı kadar da tahtada yaratılandan zevk almalısınız.
**************
Suat Atalık,
Yazını haber aldığımda, belki bir şeyler yazmışsındır diye Özgür Satranç Forum'a da baktım, ama yazını göremedim. Demek ki kimsenin karşılık veremeyeceği yerlerde konuşmaktan hoşlanıyorsun. Gerçi yine de seni böyle tanımlamakta acele etmeyeyim. Belki yakında burada da yazarak öyle bir kişiliğe sahip olmadığını bize kanıtlarsın.
İkincisi, benim için, "satrancın olsa olsa bizim tarafımızdan bulunacağını 2014 senesinde keşfetmiş" demişsin. Demek ki yazıyı düzgünce okumamışsın bile. Hani bilimadamı gibi çalışmayı, okumayı salık veren sen. Yazının daha en başında "geçen yıl" ifadesini kullanmıştım. Yazım içerisinde "tutmayan zamanlardan" sözetmişsin ya, 2014 - 1 = 2013 eder. Kaldı ki eğer yazıyı azıcık dikkatle okumuş olsaydın, bu 2013'ün, benim piyonların neden geri gitmediğini düşündüğüm yıl olduğunu anlardın. Yoksa satrancı Türkler'in yarattığını ilk olarak dillendirdiğim yıl, 2013 değil. Onun altı yıllık bir geçmişi var. Üç yıl önce de bu konuda bu forumda başka bir yazı yazmıştım.
Yine benim için "aniden piyonların geri gitmediği kendine malum olan satranç heveslisi" demişsin. "Piyonlar neden geri gitmez diye hiç düşünmemiştim" dememişsin de, bunun üstünde düşünmüş olan beni, aklınsıra ve aklının yettiğince küçültmeye ve alay etmeye çalışmışsın. Böyle birisinin, varsa, kişiliğini nasıl tanımlamalı?
Anlaşılan, satrancın askeri bir oyun olmadığını savlıyorsun. Ama bu konuda ortaya birşey koymamışsın. Tabi neye dayanarak böyle savladığını merak ediyoruz. Belki sen yazarsın. Belki başkası yazar. Ben bu konuda şimdilik yalnızca, Feti Bey'le yazışmamızdan iki bölümü buraya da aktarayım:
A) Feti Bey şu önemli bilgiyi vermiş:
___________________
"Erler bal gibi de geri dönerlermiş. Tarih kitaplarında okuduğumuza göre; strateji ve taktik gereği erler ortadan düşmana hücum ettikten bir süre sonra geri dönerler, hem de epeyce geri dönerlermiş, kaçarcasına. Ta ki, düşman yarım ay içine sıkıştırılana kadar. Sonra da en önde hakan olmak üzere ileri giderlermiş."
___________________
Şimdi sen bu oyuna "savaş oyunu değildir" mi diyeceksin? Demek ki bir oyunun büyükustası olmak, o oyunun ne oyunu olduğunu anlamaya yetmiyormuş.
B) Feti Bey'e yazdığım yorumun bir yerinde, "satranç, kendinden önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyundur" diyerek aşağıdaki bilgileri paylaştım. Bunları bildiğini sanmıyorum; oku, öğren. Gerçi okuyasın diye daha önce iki kez paylaştık ama, demek ki bilgiyi sana ille de bebek gibi lokma lokma vermek gerekiyor:
___________________
Arslan Küçükyıldız'ın 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki önemli yazısından, bu konuda şunları aktarayım:
1) "Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır."
2) "Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir). Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir). Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik, savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, Oniki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur."
___________________
Gerçi aklıbaşında biri için satrancın bir savaş oyunu olduğunu anlamaya bu kadarı bile yeter. Öte yandan, satrancın bir savaş oyunu olduğu konusu, özellikle gözardı edilen ama çok önemli bir konudur. Özellikle de satrancı kimin yarattığı konusunda. Bu konuyu zamanı geldiğinde başkası açmazsa, ben yeniden açacağım.
Gelelim, "tutmayan zamanlar" konusuna. Özgür Akman da aynı şeyi yazmış. İşte ikinizin bu yazdığına da ben şaşırdım. Ben bütün bir yazı boyunca hiç bir tarih vermedim. Yazı içinde geçen tarihler, Kasparov'un verdiği tarihler. O bölümü hemen aktarayım. Kasparov demiş ki:
"... Bununla birlikte Avrupalılar, satrancın 'Hint' versiyonuyla ancak 17. yüzyılın sonunda tanışmıştır. Ancak geçerli olan bir tek şey iddia edilebilir: Çağdaş satranç, 15. yüzyılda Akdeniz'de ortaya çıkmıştır."
Kasparov'dan aktardığım bu yazı, aslında daha önce bu forumda Hüseyin Aktaş'ın açtığı "STAUNTON, KASPAROV, ANAND VE DSM" adlı başlıktan bir alıntıdır (http://forum.satranc.biz/showthread.php?tid=944). Hüseyin Aktaş, Kasparov'un kitabından aktarmış.
Bugün ise çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. İki kişi (herhalde başkaları da vardır) şaşırmış olacaklar ki, Kasparov'un bu tutarsızlığını (eğer tutarsızlık varsa) sanki ben yapmışım gibi bana ve yazıma çamur atıp küçültmeye ve önemsizleştirmeye çalışmışlar. Gerçekten de çok ilginç ve ibret verici. İşte öfke, insanın aklını böyle alıp götürür. Yalnız, benim yazımı okumadan sizin bu yanlış tespitinize güvenecek kişiler, bir gün benim yazımı da okursa, sizin yorumlarınıza olan güvenleri haklı olarak kırılacaktır. Peki biz sizin yorumlarınıza ne kadar önem vermeliyiz?
Hüseyin Aktaş'ın açtığı başlık, epey okunmuş ve üzerinde tartışılmış bir yazıydı. Hiç kuşkum yok ki o tartışmayı sen de Özgür Akman da okudunuz. İkinizin de "Kasparov bir savda bulunuyor, ama verdiği tarihler bile birbirini tutmuyor" dediğine tanık olamadık nedense. Bakalım Kasparov ve bu yazdıkları için bundan sonra ne diyeceksiniz. Anlaşılan, Kasparov'un yazıları "bilim" ve tutarlılık süzgecinden geçmeden okunuyor. Sıra bir kendi halinde bir Türk'ün sözlerine gelince birdenbire herkesin "bilimsellik", tutarlılık süzgeçleri açılıveriyor. Peki böyle kişileri nasıl tanımlamak gerekir ve "bilim kaygılı (!)" olduğunu söyledikleri yaklaşımlarını ne kadar ciddiye almak gerekir?
Belki yazım içerisinde benim hâlâ göremediğim başka bir tarih tutarsızlığı görmüşsünüzdür. İkinizden biri herhalde onu yazar. Eğer yazmazsanız, bu konuyu ileride yeniden ben açacağım.
Son paragrafa ilginç bir ifadeyle girmişsin: "Satrancın menşei tam olarak bilinmemekle birlikte...". Satrancın kökeni ya tam olarak bellidir ya da hiç belli değildir. Ne demek "tam olarak bilinmemekle birlikte"? Demek ki okuduğun kaynaklara göre satrancın kökeni belli değil, ortada yalnızca kuşku var. Ben neler neler yazmışım, Feti Bey eski satrançta yeralan Türk taktiği konusunda bilgi vermiş, bunlar senin aklına hiç yatmazken, yalnızca Fil adlı bir taşın varlığı, seni satrancın Hindistan'dan çıktığına inandırmaya yetiyor; öyle mi? Satrancı Hintlilerin yaratması senin için büyük olasılık olurken, Türklerin yaratması düşünmeye bile gerek olmayan bir saçmalık oluyor. Peki, senin Hindistan tarihi hakkında en ufak bir bilgin var mı? Ya hayvan evcilleştirilimi konusunda en ufak bir bilgin var mı? Elbette yok. Konusu açılırsa, bunlar da ileride bu başlıkta yazılacak. O zaman öğrenirsin.
"Satrancın bugün tanıdığımız şekle oturmasının ve gelişiminin 19. yüzyıla dayandığını" yazmışsın. Az önce değindiğim nedenden dolayı, bunları bir ara Kasparov'a öğretirsin. Bana anlatma.
"Satrancın gelişiminin merkezi hep Avrupa kentleri" demişsin. Bir kere onun adı, gelişim değil, değişim. Daha da doğrusu, oyunun ayarının bozulmasıdır. İkincisi, senin satrancın Avrupa öncesi evrimini ve gelişimini hiç bilmemen, satrancın daha önceden hiç gelişmediği anlamına gelmez. Demek ki sen ve okuduğun kaynaklar, o gelişimi bilmiyor; bu kadar basit. Senin bizim evdeki televizyonu görmüyor olman, bizim evde televizyon olmadığı anlamına gelmez. Türkiye'nin değil, dünyanın en iyi televizyoncusu olsan bile.
"Türkiye'de bilinen ilk turnuvalar 1940'lı yıllara dayanmakta daha evvelindeyse hiçbir aktivite yok" demişsin. Bakıyorum da olayları değerlendirme gücünde, o zamanki ülke koşullarını gözönünde bulundurmak diye bir şey yok. Neyi kanıtlamaya çalışmışsın, anlamadım. Ha şimdi anladım sanırım: Galiba sen, Türk tarihini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinden ibaret sanıyorsun. Eğer öyleyse, yazdığım yazıyla senin gözünde epey saçmalamışım demektir. Hani sen saçmalamamışsın da ben saçmalamışım...
Bu konuda şimdilik yalnızca şunu yazayım: Yine bu forumda da paylaşılmış olan bir yazıda, dünyanın satrançtaki ilk büyükustası olarak kabul edilen es-Suli'nin (ölümü: 946) Türk olduğu belirtilmişti (http://9eylulsatranc.org/satranc-sevki-hacioglu/). Es-Suli adını duymuşsundur diye kabul ediyorum. Es-Suli'nin Türk olduğunu bilmeyi ise, senin gibi birinden tabi ki asla beklemiyorum. Bunu da böylelikle öğrenmiş ol.
Şöyle bir şey yazmışsın: "Kendini, çoluğunu, çocuğunu, şehrinden, ulusuna kadar aslında olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmaya çalışanlara benim tavsiyem, kitap okuyup oyunu öğrenmeye çalışmaları". Şu yazdıklarımdan sonra hâlâ bana kitap okumayı önermeye yüzün olur mu bilmem. Yalnız, ifaden gerçekten çok garip. Hadi "ulusu işin içine katmak"la beni kastettiğini anladım da, öncesinde yazdıklarınla neyi veya kimi kastediyorsun; biraz açsaydın. Birilerinin çoluk çocuğunu ve şehrini ("çoluk çocuğu ve şehri, olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmak" da ne demekse) işin içine katmaktan gocunması mı gerekiyor, anlamadım ki.
Süslü birşeyler yazmışsın: "Satrançta fikir ileri sürebilecek hale gelmek için aynı anda bir sporcu olarak yarışmalı, bilim adamı kadar çalışmalı, sanatçı kadar da tahtada yaratılandan zevk almalısınız". Bırak şimdi böyle sözleri. Şu konuda fikir tartışmasına girebiliyor musun, onu göster.
"Saçma sapan argümanlar, tutmayan zamanlar, aslında hiç vuku bulmamış hadiseler"den sözetmişsin. Bunlar neymiş, bir anlat bakalım. Egosantrik, etnosantrik ve bilimsellik konuları, zamanı geldiğinde burada nasıl olsa tartışılacaktır. Belki sen de katılırsın da, ağzında gevelediğin bu kavramlara ne kadar hakim olduğunu, bu kavramları tartışabilecek biri olup olmadığını, böylelikle görebiliriz.
Yazımın bir yerinde "...Bu da, satrancın kendisinin tümüyle sıtratejiye dayanan bir oyun olmasına rağmen, çok büyük satranççıların gerçek yaşamlarında sıtratejinin ve savaşçılığın S'lerinden bile habersiz olmalarının nedenini açıklar" diye yazmıştım. Sanırım biraz da buna bozuldun. Bakalım beni yanıltabilecek misin. Bu forumu takip ettiğin belli. Savaşçılığını ve sıtrateji ustalığını görelim. Yok eğer "ben kendi köşemden, uzaktan çamur atarım" diyorsan, biz de bu huyunun ve kişiliğinin adını koyalım o zaman.
Son olarak da şunu yazayım: Hiç kimsenin en ufak bir kuşkusu olmasın ki satranç, Türklerin yarattığı bir oyundur ve bunun belgeleri birilerinin ellerinde. Batılı birilerinin kesinlikle ellerinde de, büyük olasılıkla Doğulu birilerinin de ellerinde. O belgeler, bir gün açığa çıkacak. Ve satrancı Türklerin yarattığı, gelecekte, hiç itiraz edilemeyecek biçimde ortaya konacak. Ömrün yeterse, o gün senden yeniden bir yazı bekleyeceğiz. O güne kadar bu yazını saklıyorum. Ömrün yetmezse, bu yazın yine anımsatılacak, bunu da bil.
**************
Oktay Ertan,
"Şu erlerin geri gitmeme örneği bana çok komik geldi. En cesurlar bizim erler, o yüzden mi geri gitmezler acaba? 'En büyük asker bizim asker!' dedikleri buymuş meğer, yeni anladım" diye yazmışsın. Hayır, hiçbirşey anlamamışsın. Yazıyı düzgünce okuduğun bir gün, kimin yazdıklarıyla komik duruma düştüğünü göreceksin.
"Burg kelimesinin Burç kelimesinden gelmesi birşey ifade etmez" diye yazmışsın. Ben, Burg sözcüğünün Burç'tan geldiğini yazmadım. Her ikisinin de Türkçe Bur kökünden geldiğinin çok açık olduğunu yazdım. Bu konuya başka bir gün yeniden gireceğimizi sanıyorum.
Öte yandan, "ortada bir argüman yok" demişsin, ama Bur konusunda aleyhte hiçbirşey ortaya koymadığın gibi, bir de bunun zaten önemsiz olduğunu yazmışsın. Demek ki yüksek lisansını Çeviribilim'de yapmış olan senin için Kökenbilim çok da önemli değil. Öte yandan, kaynak sözcük olarak kuşkulanılacak ilk sözcüğün Bur olduğu, son derece açık. Bilimsel kuşku denilen şey, işte budur azizim: Böyle bir kuşku üzerinden hareket etmektir. Yoksa kabul edilmek istenmeyen şeylerden uzak durmak için bilimin adını kullanmak değil. Bilimsellikten sözetmişsin, ama daha Bur sözcüğünün kaynak olduğu konusunda kuşku bile duymuyorsun. Benim yazdıklarımın bilimsel olup olmadığını, böyle birisi mi belirleyecek? Sana mı soracağım? Senin "bilimsellik" sözlerini mi ciddiye alacağız?
"Bazen ilişki hayal ettiğiniz gibi A'dan B'ye değil, B'den A'ya doğru olabiliyor" diye yazmışsın. Anlaşılan, bu konuda da ileride örnekler yazışacağız.
Şöyle demişsin: "Belli bir sözcüğün tek kökenden geldiğini varsaymak çok iddialı olduğu gibi insanlığın ortak bir dil algısının bulunduğunu varsaymak diğer kanatta sıkça yapılan bir hatadır" Sırası geldiğinde bu konudaki düşüncelerini ayrıntılandırmanı ve daha açık yazmanı isteyeceğim. O konuya da büyük olasılıkla böyle gireceğiz.
Önce, satrancı Türkler yaratmış olsa bile bunun öneminin olmadığını demeye getirmişsin. Daha sonra, konuyu Kökenbilim'e getirip, aynı biçimde, "Burç kelimesinin kökeninin Arapça mı, Türkçe mi olduğunun herhangi bir önemi yoktur" demişsin. E, madem sizler için önemi yok, niye bu kadar kişi aynı şeyi yazıyor? Sakın "düşüncemizi belirtiyoruz" deme bana. Çünkü ben de sana "Öyle mi? Peki benim yaptığım neydi?" diye sorarım. O zaman bu kadar kişinin böylesine yerden yere vuran yaklaşımlarının sınırı aşmadığını nasıl savunacaksın?
Kaldı ki düşünce denilen şeyi üretmek, emek ister. Sizin yaptığınız şey, düşünmek değil. Hepiniz de benim zaten çok çeşitli konularda defalarca duyduğum şeyleri aynen tekrar etmişsiniz. Burada düşünce nerede? Sizin farkınız nerede? Düşünce belirten siz değilsiniz, benim. Şu yazıda yazanları başka kimseden duyamazsınız. Düşünce, orada. Hem de çok zarif bir biçimde orada. İşte sizin yaptığınız şey, böyle bir kişiyi aklınızsıra küçültmek ve eleştiri adabının sınırlarını aşmak.
Hiç dikkat ettin mi, ben satrancı Türklerin bulmuş olmasının veya Burg ile Burç'un Türkçe Bur'dan geliyor olmasının önemli olduğunu hiç yazmadım. İma bile etmedim. Peki bu kadar kişinin "konuyu önemsiz gördüğünü" bu kadar çok ifade etmesinin nedeni nedir? Demek ki gerçekten de önemliymiş ve sizler bunun önemini içten içe hissediyorsunuz.
**************
Özgür Akman,
Anlaşılan seninle uzun uzun yazışacağız. Yakında yazımı satır satır irdeleyeceksin ve hepsini teker teker tartışacağız. Ama önce, yazmış olduklarından ve en önce de en kolay çözüleceğini düşündüğüm konudan başlayalım:
"Kızılderililer de Türktü gibi popüler-tarih tezlerinin mertebesine erişebilir belki" demişsin. Kızılderililerin dillerine, bayramlarına, dinsel inançlarına, giyimlerine, sanatlarına ve Amerika'da yapılmış Türk-Kızılderili Kurultayı'nın sonuçlarına girmeme hiç gerek kalmayacağını sanıyorum. Yalnızca şu vidyoyu bir izleyiver: http://www.youtube.com/watch?v=Cp5Ac_VyTgE
Ardından,
1) Kızılderililer Türk kökenli midir, değil midir; onu buraya bir yazıver.
2) Hangi bilimsel veri ve kanıta dayanarak Kızılderililerin Türk olmadığını ima ettiğini ve Kızılderililerin Türklüğü konusuna hangi bilimsel dayanakla "popüler tarih tezi" dediğini açıklayıver.
Feti Bey ile Abdulkadir Bey'e, yazdıklarıma neden katılmadıklarını ve yorumlarını gayet ölçülü ve oldukça açık biçimde ifade ettikleri için özel olarak teşekkür ederim. Diğer üçünün tarzıyla bu iki kişinin tarzı arasındaki ciddi fark, gözden kaçacak gibi değil. Kalan üçünün biri, Suat Atalık. Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, yukarıdaki yazıma değinmiş. Yazısını yeri geldiğinde buraya aynen aktaracağım.
Tek tek yanıt vermeden önce, bu tartışmayı okuyan ve okuyacak olanların dikkatlerinden kaçırmaması gereken genel manzaraya bakalım. Ben, satrancı Türkler'in bulduğuna ilişkin ki kesinlikle Türkler buldu, bir yazı yazdım. Tartışılacaksa, bunun tartışması nasıl olur: Önce üzerinde tartışılacak yazı dikkatle okunur, sonra da sakin sakin karşı düşünceler sunulur ve o düşünceler tartışılır. Başka düşünceler değil. Yazıyla ilgili bazı karşı düşünceler hiç sunulmamış değil. O konulardaki tartışmaları yeri geldiğinde zaten okuyacaksınız. Ancak, bazılarının yorumlarındaki iki ortak nokta çok dikkat çekiyor; gözden kaçırmayınız: 1) Öfke 2) "Doğru bile olsa, önemsiz" deyip küçümseme, önemsizleştirme
Öfke konusunda dikkat çekeceğim şey, yalnızca öfkeli ifade tarzları değil. Başka iki şey daha var: Birincisi, Er'in eski hareketi konusunda Feti Bey'in verdiği bilgi, benim Er'in niye geri gitmediğine ilişkin yazdıklarımı sanki çürütüyormuş gibi herkesin ağzına yapışmış. Sanırsınız ki bugün Er geri gidebilen bir taştır. Bunun ayrıntılarına, Feti Bey'e yazdığım yanıtta değindim. Burada ise, öfkenin akılları yok ettiği asıl önemli bir noktaya dikkat çekeceğim:
Feti Bey'in verdiği eski satrançtaki taktik, hiçbir kuşku olmaksızın ve bütün dünyaca kabul edilmiş bir Türk askerî taktiğidir. Aklıbaşında herhangi bir kişi için, Feti Bey'in aktardığı bu eski satranç taktiği, satrancı Türklerin yarattığının başlıbaşına ve yeterli bir kanıtıdır. Hiç olmazsa Türleri bir numaralı aday yapar. Bu kanıtı inkâr etmek, bilim ve akıl dışı bir dikkafalılık ister. Büyük de bir çaba ister. Kolay değildir bu veriye rağmen satrancı Türklerin yarattığına karşı koymak. Hele hele Suat Atalık gibi taşlardan birinin adı Fil diye satrancın Hindistan'dan çıktığına ikna oluveren kimseler, karşı koymaya kalkışamaz bile. İşte herkes, benim yazdıklarıma saldırmaya kendilerini o kadar odaklamış ki bu gerçeği hiç görememişler. Bilimsellikten sözeden bunca kimsenin, hiç bir bilimsel kuşku duymadığına ve Feti Bey'e hiçbir kaynak sormadığına da ayrıca dikkat çekerim.
Öfke konusunda ikinci şey, yazıma çamur atmak için yazılmış olan "tutmayan zamanlar" ifadeleri. Zamanların bile birbirini tutmadığı, saçmasapan bir yazı demişler. Bu konunun ayrıntılarına, Suat Atalığa yazdığım yazıda değindim. Bu müthiş irdeleme üstadlarının düştüğü durum, oradan okunabilir.
Önemsizleştirme biçimlerine de dikkat ediniz:
A) "Satrancı Türkler yaratmış bile olsa, bu önemli değil, çünkü bugünkü konumumuz ortada."
B) "Burg ve Burç sözcüklerinin Türkçe Bur sözcüğünden gelmesi birşey ifade etmez. Ayrıca Burç sözcüğünün kökeninin Arapça mı, Türkçe mi olduğunun herhangi bir önemi yoktur."
Yani demek istemişler ki "Sen istediğin kanıtı getir. İstersen, satrancı Türklerin yarattığını, Burg ve Burç sözcüklerinin Türkçe Bur sözcüğünden geldiğini kesin ve belgeli olarak kanıtla, boşa uğraşmış olursun. Çünkü bu konu bizim için önemli değil". İlginçtir, aynı kişiler, bir de bilimden sözetmiş.
Peki bu iki ortak noktanın, yani öfkenin ve önemsiz gibi göstererek küçümsemenin nedeni nedir? Bunun yanıtına bugünkü yanıtlarımda değinmedim. Daha sonraya bıraktım. Zamanı geldiğinde bu konuda çok da ilginç bir vidyo izleyeceksiniz. Ama şimdilik, bu önemli manzarayı gözden kaçırmamanız ve üzerinde biraz düşünmeniz için yeniden soruyorum: Çoğu yorumda göze çarpan bu iki ortak noktanın nedeni nedir?
Üçüncü bir ortak nokta da gözden kaçacak gibi değil: "Bilimsellik" sözleri. Bilimle bu kadar ilgilenen bu kadar kişi bulmak hoşuma gitti. Demek ki bilim ve bilimsellik konusunda da sırası geldiğinde biraz yazışacağız. Neler okuyacağımı şimdiden çok merak ediyorum.
Şunu da şimdiden yazayım: Burada yazan ve belki yazacak başka kişilerin birkaçını ayrı yere koyuyorum. Diğerlerine hiçbir şekilde hiçbir şey anlatamayacağımın farkındayım. O kişiler, kendilerine yazacağım yanıtları, yanlış yere kendilerine laf anlatmaya çalışıyormuşum gibi algılamasın. Öte yandan, o yazışmalardan yararlanacak başkaları elbette olacaktır.
Son olarak, benim yazdıklarım, yorum yapan satranççılar tarafından eleştirmek istenirken, bu forumda, bu başlıkta, Erlerin eski hareketiyle, satrancı Türklerin yarattığına ilişkin en önemli göstergelerden biri sunulmuş ve savunulmuş. Benim için satrancı Türklerin yarattığının böylesine açıklıkla ortaya çıkmış olması, benim yazımın değerinden de önemli. Bu açıdan, (benim yazdıklarım dışında) gerçekte tartışılacak birşey kalmamıştır. Özellikle de buna dikkat çekerim.
Bir de şuna özellikle dikkat çekerim: Feti Bey'in sözünü ettiği tarih kitabının yazarları, satrancı kesin biçimde Türklerin yarattığının gayet de farkında.
**************
Feti Bey,
1. konuya,
"Satrancı kimin bulduğu veya kimin geliştirdiği hiç önemli değil" diye başlamışsınız. Eğer gerçekten böyle düşünüyorsanız, o zaman yanlış yere yorum yazmışsınız. Çünkü bu başlık, satrancı kimin bulduğuyla ilgilenen birinin açtığı, satrancı kimin bulduğuna ilişkin bir yazıyı barındıran bir başlık. Yine de, siz de dahil olmak üzere, bu sayfayı takip edecek kadar satranca ilgi duyan hiçbir satranççının, satrancı kimin bulduğu ve geliştirdiği konusuna önemsiz bakacağına inanmam. Satrancı Türklerin yaratmış olmasının, bazı Türk satranççıların ilgisini kırması, doğal. Bu ayrı bir konu ve gözüken o ki ayrıca tartışacağız. Ancak, herhangi bir oyuna veya nesneye önem veren birinin, o oyun veya nesnenin geçmişini, üstelik de başlangıcını önemsiz görmesi, bana göre doğaya aykırıdır. Kaldı ki bu konulara sizin de önem verdiğiniz, sonraki yazdıklarınızdan belli. Öyle veya böyle, satrancı kimin bulduğu, hem de çok önemli bir konudur. Hele ki bizim izimiz, kokumuz varsa ve adımız geçiyorsa, biz Türkler için elbette daha da önemli bir konudur.
Şöyle devam etmişsiniz: "Satrancı Türklerin bulmaları ve bir zaman kesitinde sahipliklerini devam ettirmeleri fakat daha sonra muhafaza edemeyerek (birçok konuda olduğu gibi) ellerinden kaçırmaları onu benimsemedikleri veya sahip olacak gücü bulamadıkları anlamına gelebilir".
Herhangi bir ulusun, yarattığı oyunu "benimsememesi", benim aklıma kolay kolay yatmaz. Herhangi bir ulus, yarattığı bir oyunu, olağandışı koşullar nedeniyle oynamayı elbette bırakmış olabilir. Türklerde de bu görülür. Örneğin Dokuz Kumalak (Mangala), Türklerin yarattığı, dünyanın hemen her coğrafyasında oynanmış olan, 4000 yıllık bir oyundur. Ama Türkiye'deki Türkler, bu oyunu yaygın biçimde oynamayı zamanla bıraktığı gibi, yaratıcısının kendisi olduğunu da unuttu. Bunda şaşılacak fazla bir şey yok. Şunun şurasında 20 yıl kadar önce, bizim çocukluğumuzda oynadığımız birçok oyun bile bugün oynanmıyor, bilinmiyor. Bunların arasında Türk icadı olan herhangi birini İran icadı diye tanıtmaya kalksalar, herhalde birçok kişi itiraz etmeden inanır. Çocukluğumuzun oyunlarının bugün neden oynanmadığı ve İran icadı olduğuna neden kolaylıkla inanılacağı, çok açık. Herhalde bu, "benimsememek" olarak tanımlanamaz.
Türk ulusunun hele satrançla ilişkisi incelendiğinde, satrancı benimsememek diye bir şey kesinlikle sözkonusu olamaz. Türk ulusunun ister Türkiye'deki parçasına, ister diğer parçalarına bakıldığında, satrancın birçok farklı çeşidinin oynandığı görülür. Belki anımsarsınız, geçtiğimiz yıllarda Van'daki kadınların, aralarında yaptıkları buluşma günlerinde satranç oynadıkları haberini okumuştuk. Türkiye'de velilerin satranca nasıl önem verdiğini ve satranca hangi gözle baktığını da biliyoruz. Türk ulusu satrancı elbette benimsemiş durumda. Uluslararası turnuvalarda neden başarısız olduğumuz ise ayrı bir konu. Bu forumda o konu çeşitli kereler açıldı, bundan sonra da açılacak.
Şu dediğiniz doğru: Yarattığımız satranca sahip olacak gücü bulamadık. Bunun nedenini düşünmek fazla zor değil. Gerekirse ilerde bu konuyu daha geniş açarız. Ama Feti Bey, benim şu anda dikkatinizi çekmek istediğim başka bir şey var: "Birçok konuda olduğu gibi" diye bir parantez açmışsınız. Demek ki o veya bu nedenle yaratıp da sahipliğini koruyamadığımız, bu nedenle de başkalarının bir güzel sahipleniverdiği birçok konunun var olduğunun siz de farkındasınız. Satrancın da aynı kaderi paylaştığına inanmak, bunların hiç farkında olmayanlara göre, sizin için daha kolay olsa gerek. Ve kuşkulanmanız gerekir.
2. Konu:
Erlerin geri dönmeyişi konusunda şunları yazmışsınız: "Erler bal gibi de geri dönerlermiş. Tarih kitaplarında okuduğumuza göre; strateji ve taktik gereği erler ortadan düşmana hücum ettikten bir süre sonra geri dönerler, hem de epeyce geri dönerlermiş, kaçarcasına. Ta ki, düşman yarım ay içine sıkıştırılana kadar. Sonra da en önde hakan olmak üzere ileri giderlermiş".
Öncelikle bu önemli bilgi için çok teşekkür ederim. Yazıya Ek adı altında, ayrıca ekleyeceğim. Eğer adınızı soyadınızı yazarsanız, aktardığınız bilgiyi o ad soyada teşekkürlerimi belirterek eklemekten mutluluk duyarım. Ayrıca, sözkonusu kitabın önemli bir kaynak olduğunu algılıyorum. Kitabın adını verirseniz, bir an önce edinmeye çalışacağım. Bu yazdıklarınızın satranç tahtası üzerinde nasıl uygulandığını da epey merak ettim açıkçası.
Bu arada Feti Bey, dikkat ettiniz mi ki yazdığınız bilgi, Türklerle özdeşleşmiş ve Türklerin ünlü bir savaş taktiğidir: Çekilir gibi yapıp zamanı geldiğinde saldırmak. Tarih başka hangi ulusu bu taktikle bütünleştirmiştir? Birçok savaş ve Tarih kitabı, Türk atlılarının geri çekilişinin, doğrudan saldırısından daha tehlikeli olduğunu yazmıştır. Yarımay dediğiniz şey, Hilâl taktiğinin bir uygulaması değildir de nedir? Yalnızca şu yazdıklarınız bile satrancın bir Türk oyunu olduğunu bağırıyor, siz duyamadığınızı mı söyleyeceksiniz Alla'şkına?
Belli ki Türk atlılarında görülen bu Türk savaş taktiğini, Türkler, satrançta, Er hareketi olarak tanımlamış. Erlerin hareketi önceleri böyleyken, ne zaman geri gitmez olmuş, orasını bilmiyorum. Ama elbette bir zamandan sonra ve bir nedenle geri gitmez olduğu kesin. Bu hareket Batı icadı mı: Hayır. Er hareketinin neden ve ne zaman değiştiği konusunda okuduğunuz bir bilgi veya sizin açıklamanız var mı? Varsa yazın, okuyalım. Ben bu konuda bir şeyler yazdım. Oldukça da önemli, ilgiye değer ve zarif bağdaştırmalar yaptım.
Dikkat ediniz: Sizin Erlerin önceki hareketine ilişkin verdiğiniz bu önemli bilgi, benim yazdıklarımı çürütmüyor. Herhangi bir çelişki de yok. Ortada yalnızca, önceki hareketle yeni hareketin farklı felsefeleriyle ilgili bir durum var. Burada, satranççıların genel olarak yanıldığı bir durum kendini göstermeye başlıyor: Satranç, sıfırdan yaratılmış bir oyun değildir. Böyle bir şey olanaksız ve doğaya aykırıdır. Satranç, kendinden önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyundur. 8 sayılı yorumdaki bağlantıda anımsattığım yazıda, üç yıl önce bu konuya değinmiştim.
3. Konu:
Öğrencinizle ilgili anınız çok hoş. Okumak ve anlatmak gereken bir anı. Ben de satranç forumlarındaki ilk yazılarımı, VezirÇıkacakPiyon adıyla yazmıştım.
Elbette yine de siz bilirsiniz, ama bence Batı tanımızı değiştirmeniz gerekir. Çünkü eğer "düşünme, yaşama, gelişme felsefesi" kavramlarını, "bütün zaman dilimleri için" Batı tanımı içine katarsanız, Doğu'nun bu kavramlara tarihin hiçbir döneminde uymadığını ve asla uymayacağını kabul etmiş olursunuz. Bu ise hem geçmiş, hem gelecek, hem de yaşamdaki değişim ilkesi açısından çok açık bir yanlıştır.
Bu kabullerinize göre, Güney Kore "Batı" olurken, hemen yukarısındaki Kuzey Kore ise "Doğu" olup yönler birbirine girmiş oluyor. Üstelik de tanımınıza göre Güney Kore, birkaç yıl öncesine kadar Doğu idi. Yani Batı tanımınız zamana bağlı değilken, yönler zamana bağlı oluyor. Dahası, ortaya şu soru çıkıyor: Batı olarak tanımladığınız örneğin Japonya, acaba kendisini Batı olarak mı tanımlıyor, yoksa Batı ile açık seçik bir mücadelenin, sert gerilimlerin içerisinde midir?
Geçer piyon konusunda şunları yazmışsınız: "Batı'nın değiştirdiği, geliştirdiği kurallar ve stratejiler piyona öyle bir değer ve destek veriyor ki; geçer piyon ilerlerken aynen bir annenin bebeğini koruduğu gibi var güçleriyle onu tehlikelerden koruyorlar. Gerektiğinde bir şövalye veya bir rahip veya bir kraliçe piyon hedefine ulaşabilsin diyerek kendisini feda edebiliyor. Piyon hedefine ulaştığında da kazanç kapıları açılıyor."
Öncelikle, Batı, satranç kurallarını değiştirdi, ama geliştirmedi. Geliştirmek şöyle dursun, oyunun ayarını bozdu. Neden bozduğunu da yazdım.
İkincisi, geçer piyon kuralını yaratan, Avrupalılar değil. Daha önceden de vardı. Nasıl ortaya çıktığını birazdan okuyacaksınız. Az önce yazdığım gibi, satranç, sıfırdan oluşturulmuş bir oyun değil, önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyun. Satrancın geçmişinde hiç kuşkusuz, dama da var. Damada da son kareye çıkan taş, Dama olur. Birazdan göreceğiniz gibi, belli ki satranca da böyle geçmiş. Arslan Küçükyıldız'ın, 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki önemli yazısından, bu konuda şunları aktarayım:
_____________
1) "Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır."
2) "Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir). Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir). Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik, savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, Oniki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur."
_____________
Feti Bey, "Geliştirilen bu geçer piyon kuralı, piyona verilen önemli bir değer ve görevdir" demişsiniz. Doğru. Er'e işte o değeri ve görevi Türkler vermiştir. Tıpkı daha önceden yarattıkları oyunlarda da verdikleri gibi.
Eski satrançtaki Er'le bugünkü satrançtaki Piyon'u bir karşılaştırın. En basitinden Er, yakın dövüşte bugünkü Piyon'dan çok daha etkili. At ve Fil, Er'e uzaktan saldırmak zorunda ve Vezir de zaten bugünkünden çok daha güçsüzdü. Yalnızca bunları düşünmek bile Er'le Piyon'un oyun içindeki ağırlıklarını karşılaştırmalı görmeye yeter.
Son olarak, Batı'nın halkına verdiği değersizlikten sözetmiş olmama karşılık olarak, bir batılı olan Filidor'un sözüyle kapatmışsınız: "Piyonlar satrancın ruhudur". O sözün tümünü yazayım:
"En büyük isteğim, heniz düşünülmeyen, daha doğrusu şimdiye kadar anlaşılmayan bir yeniliği ortaya koymaktır: Piyonlarla oynamaktan sözetmek istiyorum. Piyonlar partinin ruhudur. Savunmayı ve taarruzu yapacak olan yalnız Piyonlar olduğu gibi, oyunun sonunu da yine Piyonların durumu belirler".
Yani bir Batılı olan Filidor, diğer Batılılar'ın anlamadığı bir yenilik yaparak Piyona önem vermiş. Ancak, yine de Filidor'un oyun tarzının bu sözle ne kadar uyuştuğu konusunda kuşkum var. Filidor'un oyunlarını kendim incelemedim. Bu forumda Filidor'un oyunlarını incelemiş kişiler herhalde vardır. Yazsınlar, biz de öğrenelim. Ancak, üç yıl kadar önceki bir sohbette, Filidor'un oyun yapısının piyon fedalı olduğunu duyunca, söylediği sözle oyun tarzı arasındaki çelişki kafamı kurcalamıştı. Yanlış anlamadıysam, önce piyonları kırışır, sonra da diğer taşlarla oynarmış. Belki de ben yanlış anlamışımdır da, bütün taşlarla kırışlara girerek, piyonun oyun sonundaki gücüne yönelik bir oyun tarzı vardır. Bilemiyorum. Ama anlaşılan her durumda, ortada satranç taşlarını feda eden bir oyun tarzı var. Sonraki satranççılar, "taşları böyle feda etmekle olmaz, dengeli oynamak gerekir" demiş ve daha sonra da satranç ona göre oynanmış. Dediğim gibi, bunlar, sohbetlerden benim anladıklarım. Yanlışsam, ustalar düzeltsin.
İkincisi, bir satranççının böyle bir söz söylemesi, hatta bu söze uygun bir oyun tarzı bile olsa, bütün Batılı satranççıların aynı kafa yapısında olduğunu göstermez. Hele Batı'nın siyaset anlayışının o satranççının bakışaçısıyla aynı olduğunu hiç göstermez. Batı'da farklı farklı oyun tarzı akımları yaşandı. Filidor'unki bunlardan yalnızca biriydi.
Üçüncüsü, Cesur Yürek filmini izlediyseniz, filmin bir yerinde İngiliz ordusu komutanı, savaşta en önce, İngiliz olmayan yayaları, yem gibi sürüyor. Bu, insanın Batı'nın gözündeki değerinin tipik bir örneğidir. Başkalarına hiç önem vermezler. Aynı şekilde kendi halklarına da. Çörçil'in "Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir" sözünü aktardım; daha ne anlatayım? Adamlar bu Çörçil'e bugün bile örnek olarak ve neredeyse deha olarak bakıyor.
Atom bombası denemelerinden ekonomi tarzlarına kadar, halklarını yönetim biçimlerinden sınıfsal mücadelelere kadar, sağlık politikalarından halklarına verdikleri eğitime kadar (eğitimden sözetmem birçoklarını şaşırtmış olabilir, soru gelirse ve gerekirse daha sonra açarım) yığınla örnek sayılabilir. İsterse elli Batılı satranççı Filidor'unkine benzer sözler söylesin, Tarihsel ve güncel gerçek çok açık: Batı, kendi halkına bile önem vermez. Bunun tartışılacak bir yönü yok, bunu göremeyenler için yalnızca incelenecek bir yönü var.
"Satrancımızın geldiği seviye, piyona verdiğimiz değer kadardır" demişsiniz. Bu ve başka konularda bu tür sözleri çok duyuyoruz. Sanki herkes birer papağan, birbirini tekrar eder gibi. Siz kendinizi böyle kişilerden ayırın. İşin gerçeği şu:
Bir gün bir gazeteci, Çe Gevara'ya "bir devrimcinin en büyük özelliği nedir" diye soruyor. Çe Gevara'nın verdiği yanıt çok önemlidir: "Aşk. İnsanlık aşkı, doğruluk ve adalet aşkı. Benliğinde bunları taşımıyorsa, gerçek bir devrimci değildir O".
Bir kişi, kafasında ne kadar büyük ve önemli tasarılar olursa olsun, eğer ulusuna ve ülkesine aşkla bağlı değilse, büyük heveslerle sırtladığı görev ve yükü taşıyamaz. Satranç için de durum budur. Siz Feti Bey olarak, Türkiye'deki tüm satranç camiası içerisinde Türkiye'yi ve Türk ulusunu en iyiye, en yükseğe yakıştıran, bunu dillendirmekten bıkmadan, buna göre çalışan, iş yapan herhangi bir kişi tanıdınız mı? Ben şurada satrancı Türklerin bulduğuna ilişkin bir yazı yazdım, öfke dolu tepkilere bakıp da bir düşünün. Sizce, örneğin bir ara Federasyon yönetimine aday olan ve birazdan kendi köşesinde benim için yazdıklarını okuyacağınız Suat Atalık, Türk satrancını düşlediğiniz yerlere çıkarabilecek kafa yapısına sahıp biri midir? Büyük bir satranççı olmak başka bir şey, bütün bir ülkenin ve ulusun satrancını dünyanın en üstüne taşımak başka bir şey. Satranç sevgisi bir insanı büyükusta yapabilir, ama o büyükusta eğer ulus ve ülke sevgisini ta çekirdeğinde hissetmiyorsa, ülke satrancını hiçbir yere taşıyamaz. Sonra da hiç utanıp sıkılmadan kendisini değil de beni bencil, ulus sevgimi de etnosantrik olarak yaftalamaya kalkar. Sağa sola da "satranç kurumlarında satranççı yok" diye sözler saçar. Şimdi anladınız mı kendisi niye o kurumlarda değil? Satranççı değil dediği o kişiler, o kuruma girmek için hiç olmazsa yol yordam biliyor. Bunda o da yok.
İkincisi, bir ülkenin herhangi bir kurumu, ülkenin genel durumundan bağımsız olamaz. Örneğin siz ülkenin bağımsızlığını kurtarmadan, eğitimini kalıcı olarak düzeltemezsiniz. Veya tarımını. Veya sanayisini. İşte onun için "tam bağımsızlık". Bir ülkenin bütün kurumları gerçekte birbirine bağlıdır. Herhangi bir kurumda bir çürüklük varsa, farklı ölçülerde de olsa, diğer tüm kurumlarda da aynı çürüklük vardır. İster özel, ister resmi kurum olsun. İster Belediye, ister Askeriye olsun. Bu durum, satranç için de aynen geçerli. İşte bu yüzden, bir kurumu gerçek anlamda düzeltmeye kalkan herhangi birisi, bütün bir ülkenin bozukluğunun ağırlığına karşı kuvvet sarfetmek zorunda hissetmekten kendisini kurtaramaz.
Ancak, kurumlardaki bu birbirine bağlılığın bir anlamı da şudur: Sen eğer tüm bunlara rağmen başında olduğun kurumu düzeltebilirsen, diğer kurumlar ve ülke de düzelir. Kendi kurumunda yarattığın bu düzelme de, böylece kalıcılığa ulaşır. Siz tüm Türk satranç camiasında, bütün bu zorluklara karşı yılmadan mücadele edebilecek herhangi kişi tanıyor musunuz? İşte tüm bu saydıklarımı başarabilmek için, Türkiye'ye ve Türk ulusuna büyük bir aşk beslemek gerekir. Kendini feda etmek gerekir. Hani "geçer piyon için diğer taşlar, bir annenin bebeğini koruduğu gibi var güçleriyle tehlikelerden koruyorlar, piyon hedefine ulaşabilsin diye gerektiğinde kendisini feda edebiliyorlar" demiştiniz ya, kendini tıpkı öyle feda etmek gerekir işte. İşte o yüzden Atatürk, "Ata Türk" adını kabul etmiştir ve gerçekten de haketmiştir; son derece de yakışmaktadır.
Kısacası, Türk satrancının geldiği seviye, piyona verdiğimiz değer kadar değil, satrançta sorumluluk ve yetki sahiplerinin, hatta muhalefetin, Türk halkına, Türk ulusuna ve Türkiye'ye verdiği değer kadardır. Benim yazıma sert tepki verenler, bunları iyice düşünsün.
Bazıları "hani Batı, halkına önem vermez diyordun, satranç seviyeleri bizim çok üzerimizde" diye akıllarından geçirecektir. Daha sonra uğraşmayayım, şimdiden yanıtlayayım: Birincisi, o ülkelerdeki kurumlar ve o kurumlara bağlı olan satranç kurumu, bizdeki kadar çürük değil. Onlar da çürük de, bizdeki türden değil. Satranççıları bizimkilerin karşılaştığı birçok türden sorunla ilgilenmek zorunda kalmıyor. Satranca bizimkilerden çok daha fazla odaklanabiliyorlar. Bizdeyse, en basit örnek olarak, Suat Atalık gibi biri, Türkiye adına yarışamıyor. İkincisi, Türk satranç camiasının, gerçekte, bir başarı hedefi yok. Üçüncüsü, en büyük satranççıları bulundurmak başka bir şey, bir satranç ülkesi olmak başka bir şey. Benim sözünü ettiğim ulus ve ülke sevgisi, bir satranç ülkesi olmaya götürür. "Şu an" dünyada gerçek anlamda bir satranç ülkesi yok.
Son olarak, adı geçmişken, Dama konusunda ilginç bir durum daha var, ona değineyim. Almanlar Vezir'e "Däme" der. "Hanım" demekmiş. İspanyollar ve bazı Avrupa ülkeleri de Vezir için aynı kökten gelen sözcüğü kullanır.
Avrupa'da Vezir'e Kıraliçe denmesi, erkek olarak doğduğu söylenen taşın (bence en başından itibaren Hatun olarak kadın doğdu. 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki yazıda nedenlerini yazmıştım) cinsiyet değiştirmesi konusunda yapılan açıklamalar doyurucu ve inandırıcı değil. Üstelik de çelişkili. Dama oyununda son kareye çıkan taşın Dama adıyla ve büyük olasılıkla Hanım anlamında anılması ve Kıraliçe'ye dönüştürülen Vezir'in tıpkı Dama gibi en güçlü taş haline gelmesi gerçekten de çok ilginç. Bu da benim Vezir adlı taşın aslında daha en başında Hatun olarak doğduğu biçimindeki düşüncemi güçlendiriyor.
**************
Abdulkadir Bey,
Yazdıklarıma itirazda bulunabilirsiniz. Elbette katılmayabilirsiniz de. Ama bu yazdıklarıma herhalde bilgi yığını denemez. Bu, bütün yazıda çok açık biçimde gözüküyor.
Yazıda geçen bilgileri birçok yerden bulabilirsiniz, ama böyle bir bütünleştirmeyi başka hiçbir insanoğlundan okuyamazsınız. Ayrıca, yazının farkında olunmayan çok önemli bir yanı daha var: Çok kişinin zihnini açtı, daha da fazla zihinler açacak. Dahası, eğitimle ve başka yollarla beynimize sokulan zehirli anlayışları temizleyici ve düşünmegücü kazandırıcı bir yazı. İşte bu özelliği, yazının kendisinden de daha önemli.
Yazının bir çok bilgi içerdiği konusunda haklısınız. Ama bu yazının yazarı olarak benim varlığım bu kadar büyük fark yaratıyorsa, zihin açıcı, zehir temizleyici ve düşünmegücü kazandırıcı bir yazıysa, buna elbette bilgi yığını denemez.
Okuduğunuz yazı, çok zarif bağlantıların olduğu, zeka kokan, son derece ilginç ve aslında gerçeklerin yanında çok alçakgönüllü bir yazıdır. Gelecekte hepimiz, satrancı Türklerin bulduğuna ilişkin son derece somut kanıtlar, çok daha şaşırtıcı bilgiler okuyacağız; bunu şimdiden bilin. Ama soyut düşüncelerden yola çıkan benim yazdığım bu yazı, o zaman bile değerini ve özel yerini koruyacak.
Ayrıca Fizik ve Tarih'le ilgili birisi olarak, ne bilgi yığınlarına bilimsel gerçek dendiğini, ne zarif bilgi ve düşünce örgülerine (bilimdışı hangi kaygılarla) boş bilgi yığını dendiğini, hatta denilmekle kalınmadığını, suçlanan bilimcilerin öldürüldüğünü, intihara itildiğini, akıl hastanesine tıkıldığını, itibarsızlaştırıldığını, bütün aile yaşamının çökertildiğini, akademik yaşamının bitirildiğini iyi bilirim.
İlginç bir örneğe bu forumda daha önce değinmiştim, ilginizi çekeceğini sanıyorum: Aynştayn, Özel Görelilik kuramını ortaya attığı zaman, yüz tane fizikçi, Aynştayn'ın ne kadar aptal ve söylediklerinin ne kadar saçmasapan şeyler olduğunu içeren bir kitap yayınladı. Bu yüz kişiden biri de satranççılar için tanıdık bir addır: İmanül Lasker. Peki sonuç ne oldu? Lasker'in utancının nasıl sözlerle örtülmeye çalışıldığına dikkat ederek okuyunuz: http://forum.satranc.biz/showthread.php?tid=2984. Ayrıca, yazıda alıntılar yaptığım kitaptaki şu sözü de gözden kaçırmayın:
"Yüz yada daha fazla insanın toplanıp bir yayın listesi oluşturması temel parçacık fiziğinde tekrar moda oldu. Her biri bir şey yaptığından değil ama, sadece hukuksal olarak, yayını engelleyecek hakları olduğundan."
Yazdığım yazı için "bilimsel bir gerçekliğe dayanmadığını düşünüyorum üzülerek" demişsiniz. Şimdi üzülmeye zaman ayırmayın. Gelecekte nasıl olsa gerçeği anlattığını göreceksiniz. O zaman sevinirsiniz.
**************
Suat Atalığın 29 Haziran 2014'te, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesindeki yazısından, yazdığım yazıyla ilgili bölümü aynen aktarıyorum:
ŞOK!
Mülakatı yapan soruyor: "Hayatınızda hiç turnuvaya katılmadığınızı biliyoruz ama en beğendiğiniz oyununuz nedir?" Sadece bu sorunun absürdlüğü yeterli ama bir de üstüne diğer taraftan cevaben evde bilgisayarıyla oynadığını iddia ettiği tamamen kampüterize bir oyun geliyor: İlk şok dalgası! İkincisi de birincisini aratır nitelikte, sıkı durun: Satrancı Türkler icat etmiş! Aniden piyonların geri gitmediği kendine malum olan satranç heveslisi oyunun askeri bir icat olup, olsa olsa bizim tarafımızdan bulunacağını 2014 senesinde keşfetmiş!
Saçma sapan argümanlar, tutmayan zamanlar, aslında hiç vuku bulmamış hadiseler ve hatta bu işin parçası olmamış kişiler her dem popülaritesinden kaybetmeyecek olan egosantrik ve etnosantrik yaklaşımlarla tarihi yeniden yazma sevdasıyla çabalamanın sahte ürünleri. İçinden ayet çıkaran satranç programından, içinde satranççı olmayan satrançla ilgili kurum ve kurullara dek, artık hiç bir şey beni şoke edemez derken bu birbirinden müstakil makaleler beni hayrete düşürdü.
Satrancın menşei tam olarak bilinmemekle birlikte, birçok lisana Fil olarak girmiş figür Hindistan ihtimalini kuvvetlendirmekte. Satrancın bugün tanıdığımız şekle oturması ve gelişimi 19. yüzyılı bulurken, merkezi de hep Avrupa kentleri. Türkiye'de bilinen ilk turnuvalar 1940'lı yıllara dayanmakta daha evvelindeyse hiçbir aktivite yok! Kendini, çoluğunu, çocuğunu, şehrinden, ulusuna kadar aslında olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmaya çalışanlara benim tavsiyem, kitap okuyup oyunu öğrenmeye çalışmaları. Satrançta fikir ileri sürebilecek hale gelmek için aynı anda bir sporcu olarak yarışmalı, bilim adamı kadar çalışmalı, sanatçı kadar da tahtada yaratılandan zevk almalısınız.
**************
Suat Atalık,
Yazını haber aldığımda, belki bir şeyler yazmışsındır diye Özgür Satranç Forum'a da baktım, ama yazını göremedim. Demek ki kimsenin karşılık veremeyeceği yerlerde konuşmaktan hoşlanıyorsun. Gerçi yine de seni böyle tanımlamakta acele etmeyeyim. Belki yakında burada da yazarak öyle bir kişiliğe sahip olmadığını bize kanıtlarsın.
İkincisi, benim için, "satrancın olsa olsa bizim tarafımızdan bulunacağını 2014 senesinde keşfetmiş" demişsin. Demek ki yazıyı düzgünce okumamışsın bile. Hani bilimadamı gibi çalışmayı, okumayı salık veren sen. Yazının daha en başında "geçen yıl" ifadesini kullanmıştım. Yazım içerisinde "tutmayan zamanlardan" sözetmişsin ya, 2014 - 1 = 2013 eder. Kaldı ki eğer yazıyı azıcık dikkatle okumuş olsaydın, bu 2013'ün, benim piyonların neden geri gitmediğini düşündüğüm yıl olduğunu anlardın. Yoksa satrancı Türkler'in yarattığını ilk olarak dillendirdiğim yıl, 2013 değil. Onun altı yıllık bir geçmişi var. Üç yıl önce de bu konuda bu forumda başka bir yazı yazmıştım.
Yine benim için "aniden piyonların geri gitmediği kendine malum olan satranç heveslisi" demişsin. "Piyonlar neden geri gitmez diye hiç düşünmemiştim" dememişsin de, bunun üstünde düşünmüş olan beni, aklınsıra ve aklının yettiğince küçültmeye ve alay etmeye çalışmışsın. Böyle birisinin, varsa, kişiliğini nasıl tanımlamalı?
Anlaşılan, satrancın askeri bir oyun olmadığını savlıyorsun. Ama bu konuda ortaya birşey koymamışsın. Tabi neye dayanarak böyle savladığını merak ediyoruz. Belki sen yazarsın. Belki başkası yazar. Ben bu konuda şimdilik yalnızca, Feti Bey'le yazışmamızdan iki bölümü buraya da aktarayım:
A) Feti Bey şu önemli bilgiyi vermiş:
___________________
"Erler bal gibi de geri dönerlermiş. Tarih kitaplarında okuduğumuza göre; strateji ve taktik gereği erler ortadan düşmana hücum ettikten bir süre sonra geri dönerler, hem de epeyce geri dönerlermiş, kaçarcasına. Ta ki, düşman yarım ay içine sıkıştırılana kadar. Sonra da en önde hakan olmak üzere ileri giderlermiş."
___________________
Şimdi sen bu oyuna "savaş oyunu değildir" mi diyeceksin? Demek ki bir oyunun büyükustası olmak, o oyunun ne oyunu olduğunu anlamaya yetmiyormuş.
B) Feti Bey'e yazdığım yorumun bir yerinde, "satranç, kendinden önceki oyunların evrilmesiyle oluşmuş bir oyundur" diyerek aşağıdaki bilgileri paylaştım. Bunları bildiğini sanmıyorum; oku, öğren. Gerçi okuyasın diye daha önce iki kez paylaştık ama, demek ki bilgiyi sana ille de bebek gibi lokma lokma vermek gerekiyor:
___________________
Arslan Küçükyıldız'ın 8 sayılı yorumda verdiğim bağlantıdaki önemli yazısından, bu konuda şunları aktarayım:
1) "Türk Mangalası’nda özel taşlar görülür. Yine bazı taşlar, sıradan bir taş iken oyundaki durumu ile özel taş konumuna geçer. Bu durum Dama ve Satranç oyunlarında sıradan taşların önemli taşlar haline gelişini hatırlatmaktadır."
2) "Türk Zekâ Oyunlarının (3 Taş, Dokuz Taş veya Dokurcun, 12 Taş oyunları ile Mangala, Dama Satranç vb.) çok önemli bir ortaklığı ve benzerliği vardır. Üç Taş oyununun gelişmişi olan Dokuz Taş oyununda 3 taşı kalan oyuncunun üç taşı da uçabilme özelliği kazanıp oyun tahtasının istediği yerine konabilmektedir. İşte bu kural Türklerin buldukları dâhice bir kuraldır. Bu kural, Mangala Oyununda kuyulardaki taşlar belli bir sayıya ulaştırıldığında (3, 4, 5), kuyunun içine farklı renkteki bir taşı, kemiği veya Tuzdık’ı koyabilme kuralına benzemektedir. Bu taşın konduğu kuyu kapanır veya kuyuya düşen her taşı alabilme imkânı doğar (Satrançtaki vezir gibi bir güç yüklenir). Kurt-Koyun Oyununda koyunlar karşı kıyıya ulaştığında her yöne hareket edebilme kabiliyeti kazanır. Kurt-Koyun oyununun gelişmişi olduğunu düşündüğümüz Dama oyununda son çizgiye ulaşan taşınız farklı bir özellik kazanır (Önünde taş yoksa uçabilir). Tıpkı Satrançta olduğu gibi: Satrançta piyonunuzu son çizgiye ulaştırdığınızda istediğiniz oyuncuya dönüşür. Mevcut bir oyuncunun veya savaşçının, oyunun veya savaşın durumuna göre birdenbire farklı bir güç, ruhi bir destek kazanması savaşın çehresini değiştirmesi anlamına gelmektedir. Bu taktik, savaş sanatını iyi bilen Türkler tarafından sık sık kullanılmış olmalıdır. Yakından bakıldığında Türklerin Üç Taş, Dokuz Taş, Oniki Taş, Mangala, Tavla, Dama, Kurt-Koyun ve Satranç gibi oyunları şüphe yok ki birer savaş oyunudur."
___________________
Gerçi aklıbaşında biri için satrancın bir savaş oyunu olduğunu anlamaya bu kadarı bile yeter. Öte yandan, satrancın bir savaş oyunu olduğu konusu, özellikle gözardı edilen ama çok önemli bir konudur. Özellikle de satrancı kimin yarattığı konusunda. Bu konuyu zamanı geldiğinde başkası açmazsa, ben yeniden açacağım.
Gelelim, "tutmayan zamanlar" konusuna. Özgür Akman da aynı şeyi yazmış. İşte ikinizin bu yazdığına da ben şaşırdım. Ben bütün bir yazı boyunca hiç bir tarih vermedim. Yazı içinde geçen tarihler, Kasparov'un verdiği tarihler. O bölümü hemen aktarayım. Kasparov demiş ki:
"... Bununla birlikte Avrupalılar, satrancın 'Hint' versiyonuyla ancak 17. yüzyılın sonunda tanışmıştır. Ancak geçerli olan bir tek şey iddia edilebilir: Çağdaş satranç, 15. yüzyılda Akdeniz'de ortaya çıkmıştır."
Kasparov'dan aktardığım bu yazı, aslında daha önce bu forumda Hüseyin Aktaş'ın açtığı "STAUNTON, KASPAROV, ANAND VE DSM" adlı başlıktan bir alıntıdır (http://forum.satranc.biz/showthread.php?tid=944). Hüseyin Aktaş, Kasparov'un kitabından aktarmış.
Bugün ise çok ilginç bir durumla karşı karşıyayız. İki kişi (herhalde başkaları da vardır) şaşırmış olacaklar ki, Kasparov'un bu tutarsızlığını (eğer tutarsızlık varsa) sanki ben yapmışım gibi bana ve yazıma çamur atıp küçültmeye ve önemsizleştirmeye çalışmışlar. Gerçekten de çok ilginç ve ibret verici. İşte öfke, insanın aklını böyle alıp götürür. Yalnız, benim yazımı okumadan sizin bu yanlış tespitinize güvenecek kişiler, bir gün benim yazımı da okursa, sizin yorumlarınıza olan güvenleri haklı olarak kırılacaktır. Peki biz sizin yorumlarınıza ne kadar önem vermeliyiz?
Hüseyin Aktaş'ın açtığı başlık, epey okunmuş ve üzerinde tartışılmış bir yazıydı. Hiç kuşkum yok ki o tartışmayı sen de Özgür Akman da okudunuz. İkinizin de "Kasparov bir savda bulunuyor, ama verdiği tarihler bile birbirini tutmuyor" dediğine tanık olamadık nedense. Bakalım Kasparov ve bu yazdıkları için bundan sonra ne diyeceksiniz. Anlaşılan, Kasparov'un yazıları "bilim" ve tutarlılık süzgecinden geçmeden okunuyor. Sıra bir kendi halinde bir Türk'ün sözlerine gelince birdenbire herkesin "bilimsellik", tutarlılık süzgeçleri açılıveriyor. Peki böyle kişileri nasıl tanımlamak gerekir ve "bilim kaygılı (!)" olduğunu söyledikleri yaklaşımlarını ne kadar ciddiye almak gerekir?
Belki yazım içerisinde benim hâlâ göremediğim başka bir tarih tutarsızlığı görmüşsünüzdür. İkinizden biri herhalde onu yazar. Eğer yazmazsanız, bu konuyu ileride yeniden ben açacağım.
Son paragrafa ilginç bir ifadeyle girmişsin: "Satrancın menşei tam olarak bilinmemekle birlikte...". Satrancın kökeni ya tam olarak bellidir ya da hiç belli değildir. Ne demek "tam olarak bilinmemekle birlikte"? Demek ki okuduğun kaynaklara göre satrancın kökeni belli değil, ortada yalnızca kuşku var. Ben neler neler yazmışım, Feti Bey eski satrançta yeralan Türk taktiği konusunda bilgi vermiş, bunlar senin aklına hiç yatmazken, yalnızca Fil adlı bir taşın varlığı, seni satrancın Hindistan'dan çıktığına inandırmaya yetiyor; öyle mi? Satrancı Hintlilerin yaratması senin için büyük olasılık olurken, Türklerin yaratması düşünmeye bile gerek olmayan bir saçmalık oluyor. Peki, senin Hindistan tarihi hakkında en ufak bir bilgin var mı? Ya hayvan evcilleştirilimi konusunda en ufak bir bilgin var mı? Elbette yok. Konusu açılırsa, bunlar da ileride bu başlıkta yazılacak. O zaman öğrenirsin.
"Satrancın bugün tanıdığımız şekle oturmasının ve gelişiminin 19. yüzyıla dayandığını" yazmışsın. Az önce değindiğim nedenden dolayı, bunları bir ara Kasparov'a öğretirsin. Bana anlatma.
"Satrancın gelişiminin merkezi hep Avrupa kentleri" demişsin. Bir kere onun adı, gelişim değil, değişim. Daha da doğrusu, oyunun ayarının bozulmasıdır. İkincisi, senin satrancın Avrupa öncesi evrimini ve gelişimini hiç bilmemen, satrancın daha önceden hiç gelişmediği anlamına gelmez. Demek ki sen ve okuduğun kaynaklar, o gelişimi bilmiyor; bu kadar basit. Senin bizim evdeki televizyonu görmüyor olman, bizim evde televizyon olmadığı anlamına gelmez. Türkiye'nin değil, dünyanın en iyi televizyoncusu olsan bile.
"Türkiye'de bilinen ilk turnuvalar 1940'lı yıllara dayanmakta daha evvelindeyse hiçbir aktivite yok" demişsin. Bakıyorum da olayları değerlendirme gücünde, o zamanki ülke koşullarını gözönünde bulundurmak diye bir şey yok. Neyi kanıtlamaya çalışmışsın, anlamadım. Ha şimdi anladım sanırım: Galiba sen, Türk tarihini, Türkiye Cumhuriyeti tarihinden ibaret sanıyorsun. Eğer öyleyse, yazdığım yazıyla senin gözünde epey saçmalamışım demektir. Hani sen saçmalamamışsın da ben saçmalamışım...
Bu konuda şimdilik yalnızca şunu yazayım: Yine bu forumda da paylaşılmış olan bir yazıda, dünyanın satrançtaki ilk büyükustası olarak kabul edilen es-Suli'nin (ölümü: 946) Türk olduğu belirtilmişti (http://9eylulsatranc.org/satranc-sevki-hacioglu/). Es-Suli adını duymuşsundur diye kabul ediyorum. Es-Suli'nin Türk olduğunu bilmeyi ise, senin gibi birinden tabi ki asla beklemiyorum. Bunu da böylelikle öğrenmiş ol.
Şöyle bir şey yazmışsın: "Kendini, çoluğunu, çocuğunu, şehrinden, ulusuna kadar aslında olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmaya çalışanlara benim tavsiyem, kitap okuyup oyunu öğrenmeye çalışmaları". Şu yazdıklarımdan sonra hâlâ bana kitap okumayı önermeye yüzün olur mu bilmem. Yalnız, ifaden gerçekten çok garip. Hadi "ulusu işin içine katmak"la beni kastettiğini anladım da, öncesinde yazdıklarınla neyi veya kimi kastediyorsun; biraz açsaydın. Birilerinin çoluk çocuğunu ve şehrini ("çoluk çocuğu ve şehri, olduğundan değişik biçimlerde işin içine katmak" da ne demekse) işin içine katmaktan gocunması mı gerekiyor, anlamadım ki.
Süslü birşeyler yazmışsın: "Satrançta fikir ileri sürebilecek hale gelmek için aynı anda bir sporcu olarak yarışmalı, bilim adamı kadar çalışmalı, sanatçı kadar da tahtada yaratılandan zevk almalısınız". Bırak şimdi böyle sözleri. Şu konuda fikir tartışmasına girebiliyor musun, onu göster.
"Saçma sapan argümanlar, tutmayan zamanlar, aslında hiç vuku bulmamış hadiseler"den sözetmişsin. Bunlar neymiş, bir anlat bakalım. Egosantrik, etnosantrik ve bilimsellik konuları, zamanı geldiğinde burada nasıl olsa tartışılacaktır. Belki sen de katılırsın da, ağzında gevelediğin bu kavramlara ne kadar hakim olduğunu, bu kavramları tartışabilecek biri olup olmadığını, böylelikle görebiliriz.
Yazımın bir yerinde "...Bu da, satrancın kendisinin tümüyle sıtratejiye dayanan bir oyun olmasına rağmen, çok büyük satranççıların gerçek yaşamlarında sıtratejinin ve savaşçılığın S'lerinden bile habersiz olmalarının nedenini açıklar" diye yazmıştım. Sanırım biraz da buna bozuldun. Bakalım beni yanıltabilecek misin. Bu forumu takip ettiğin belli. Savaşçılığını ve sıtrateji ustalığını görelim. Yok eğer "ben kendi köşemden, uzaktan çamur atarım" diyorsan, biz de bu huyunun ve kişiliğinin adını koyalım o zaman.
Son olarak da şunu yazayım: Hiç kimsenin en ufak bir kuşkusu olmasın ki satranç, Türklerin yarattığı bir oyundur ve bunun belgeleri birilerinin ellerinde. Batılı birilerinin kesinlikle ellerinde de, büyük olasılıkla Doğulu birilerinin de ellerinde. O belgeler, bir gün açığa çıkacak. Ve satrancı Türklerin yarattığı, gelecekte, hiç itiraz edilemeyecek biçimde ortaya konacak. Ömrün yeterse, o gün senden yeniden bir yazı bekleyeceğiz. O güne kadar bu yazını saklıyorum. Ömrün yetmezse, bu yazın yine anımsatılacak, bunu da bil.
**************
Oktay Ertan,
"Şu erlerin geri gitmeme örneği bana çok komik geldi. En cesurlar bizim erler, o yüzden mi geri gitmezler acaba? 'En büyük asker bizim asker!' dedikleri buymuş meğer, yeni anladım" diye yazmışsın. Hayır, hiçbirşey anlamamışsın. Yazıyı düzgünce okuduğun bir gün, kimin yazdıklarıyla komik duruma düştüğünü göreceksin.
"Burg kelimesinin Burç kelimesinden gelmesi birşey ifade etmez" diye yazmışsın. Ben, Burg sözcüğünün Burç'tan geldiğini yazmadım. Her ikisinin de Türkçe Bur kökünden geldiğinin çok açık olduğunu yazdım. Bu konuya başka bir gün yeniden gireceğimizi sanıyorum.
Öte yandan, "ortada bir argüman yok" demişsin, ama Bur konusunda aleyhte hiçbirşey ortaya koymadığın gibi, bir de bunun zaten önemsiz olduğunu yazmışsın. Demek ki yüksek lisansını Çeviribilim'de yapmış olan senin için Kökenbilim çok da önemli değil. Öte yandan, kaynak sözcük olarak kuşkulanılacak ilk sözcüğün Bur olduğu, son derece açık. Bilimsel kuşku denilen şey, işte budur azizim: Böyle bir kuşku üzerinden hareket etmektir. Yoksa kabul edilmek istenmeyen şeylerden uzak durmak için bilimin adını kullanmak değil. Bilimsellikten sözetmişsin, ama daha Bur sözcüğünün kaynak olduğu konusunda kuşku bile duymuyorsun. Benim yazdıklarımın bilimsel olup olmadığını, böyle birisi mi belirleyecek? Sana mı soracağım? Senin "bilimsellik" sözlerini mi ciddiye alacağız?
"Bazen ilişki hayal ettiğiniz gibi A'dan B'ye değil, B'den A'ya doğru olabiliyor" diye yazmışsın. Anlaşılan, bu konuda da ileride örnekler yazışacağız.
Şöyle demişsin: "Belli bir sözcüğün tek kökenden geldiğini varsaymak çok iddialı olduğu gibi insanlığın ortak bir dil algısının bulunduğunu varsaymak diğer kanatta sıkça yapılan bir hatadır" Sırası geldiğinde bu konudaki düşüncelerini ayrıntılandırmanı ve daha açık yazmanı isteyeceğim. O konuya da büyük olasılıkla böyle gireceğiz.
Önce, satrancı Türkler yaratmış olsa bile bunun öneminin olmadığını demeye getirmişsin. Daha sonra, konuyu Kökenbilim'e getirip, aynı biçimde, "Burç kelimesinin kökeninin Arapça mı, Türkçe mi olduğunun herhangi bir önemi yoktur" demişsin. E, madem sizler için önemi yok, niye bu kadar kişi aynı şeyi yazıyor? Sakın "düşüncemizi belirtiyoruz" deme bana. Çünkü ben de sana "Öyle mi? Peki benim yaptığım neydi?" diye sorarım. O zaman bu kadar kişinin böylesine yerden yere vuran yaklaşımlarının sınırı aşmadığını nasıl savunacaksın?
Kaldı ki düşünce denilen şeyi üretmek, emek ister. Sizin yaptığınız şey, düşünmek değil. Hepiniz de benim zaten çok çeşitli konularda defalarca duyduğum şeyleri aynen tekrar etmişsiniz. Burada düşünce nerede? Sizin farkınız nerede? Düşünce belirten siz değilsiniz, benim. Şu yazıda yazanları başka kimseden duyamazsınız. Düşünce, orada. Hem de çok zarif bir biçimde orada. İşte sizin yaptığınız şey, böyle bir kişiyi aklınızsıra küçültmek ve eleştiri adabının sınırlarını aşmak.
Hiç dikkat ettin mi, ben satrancı Türklerin bulmuş olmasının veya Burg ile Burç'un Türkçe Bur'dan geliyor olmasının önemli olduğunu hiç yazmadım. İma bile etmedim. Peki bu kadar kişinin "konuyu önemsiz gördüğünü" bu kadar çok ifade etmesinin nedeni nedir? Demek ki gerçekten de önemliymiş ve sizler bunun önemini içten içe hissediyorsunuz.
**************
Özgür Akman,
Anlaşılan seninle uzun uzun yazışacağız. Yakında yazımı satır satır irdeleyeceksin ve hepsini teker teker tartışacağız. Ama önce, yazmış olduklarından ve en önce de en kolay çözüleceğini düşündüğüm konudan başlayalım:
"Kızılderililer de Türktü gibi popüler-tarih tezlerinin mertebesine erişebilir belki" demişsin. Kızılderililerin dillerine, bayramlarına, dinsel inançlarına, giyimlerine, sanatlarına ve Amerika'da yapılmış Türk-Kızılderili Kurultayı'nın sonuçlarına girmeme hiç gerek kalmayacağını sanıyorum. Yalnızca şu vidyoyu bir izleyiver: http://www.youtube.com/watch?v=Cp5Ac_VyTgE
Ardından,
1) Kızılderililer Türk kökenli midir, değil midir; onu buraya bir yazıver.
2) Hangi bilimsel veri ve kanıta dayanarak Kızılderililerin Türk olmadığını ima ettiğini ve Kızılderililerin Türklüğü konusuna hangi bilimsel dayanakla "popüler tarih tezi" dediğini açıklayıver.